Minel
Candemir 11/D 614
ŞİİRE
ÇEŞİTLİ PERSPEKTİFLERDEN BİR BAKIŞ
Şiir, yüzlerce kez tanımı yapılmış ve bu tanımların
hepsinde karşılığını bulmasına rağmen üstüne söylenen her bir sözde yeni
anlamlar yaratan bir edebi türdür. Bu yüzden şiir yazan herkes bu türü kendine
göre yeniden tanımlar. Tanımı bu kadar çok olan bir türün ürünü de fazladır.
Bunun nedenlerinden biri, şiirin sözlü yazın türüne dayanıyor olmasıdır. Türk
edebiyatında şiir asırlarca geleneği olan bir türdür. Roman, hikâye, tiyatro
gibi 19. yüzyılda tanıdığımız türlerin aksine, şiirimiz zirvelerde seyreden, edebi
zevki kılcal damarlarına kadar hissettiren ve olgun yapısı ile örnek alınan bir
seviyededir. “Biz ezelden beri şair milletiz ve edebiyat -bütünü ile- şiir
demektir bizim için. Bu şiir -Tanzimat’tan çok önce- sınırlarını yoklamış,
kıvamına erişmiş, mükemmeli yakalamıştı.(Meriç 2005: 325). Bunun yanında şiir,
şairin duygularının ve deneyimlerinin de bir sonucudur. Her insan hayatı
boyunca farklı şeyler yaşar. Dolayısıyla duyuş ve düşünüşün dışa vurumların
şekli farklıdır.
Şiiri ayrı iki bakış açısı altında incelemek
gerekirse, bunlardan ilki şiiri üretenlerdir. Şiiri üreten herkes bunu neden
yaptığıyla ilgili farklı görüşler bildirir. Örneğin; Rainer Maria Rilke
‘’Bazılarının sandığı gibi mısralar duyguların değil, yaşanmış deneylerin
sonucudur.’’ der şiir için. Şiirin, insanın yaşadıklarıyla doğduğunu söyler.
Bazı şairler ise şiir yazma sebebini olarak psikolojik rahatlama ve duygusal
boşalımı gösterirler. Ancak Lautreamont da duygularını sağaltmak için şiirler
yazanları PoesiesI’inde acımasızca eleştirmiş ve onlara “Herkesin önünde
ağlamayın” demiştir, “Mutsuzsanız, okura söylememelisiniz bunu. Kendinize
saklayın onu.” Kendi döneminin şairlerini hem de Lamartine, Hugo, Musset gibi tanınmış ve
büyük şairlerini “Her zaman ağlamaklı” olmakla itham etmiştir. Ona göre hakiki
şiir “İnsanın kendi kendisiyle, tutkularıyla girdiği savaşımlardan söz etmez,
ayrıklık olarak.”
Şiirin yazılma nedenleri bu kadar fazlayken şairin
amaçları da farklılık gösterir. Örneğin; Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif
gibi şairler toplumcu şairlerdir. Şairler "toplum için sanat"
doğrultusunda toplumsal kaygı güderek eserler vermiş ve gelecekçilik (fütürizm)
akımından etkilenmişlerdir. Bu anlayışta eser veren şairler, şiirde önemli
olanın "içerik" olduğunu savunup sanatsal kaygı gütmeden ölçüsüz ve
uyaksız şiirler yazmışlardır. Eserler geniş kitlelere hitap etmek amacıyla
yazılmıştır. Şiirde bireysellikten çok kolektiflik vardır. Güneşi İçenlerin
Türküsü, Memleketimin Şarkısı, Alişim edebiyatımızda toplumcu şiirlerin birkaç
örneğidir. Toplumcu şiirin yanı sıra Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Cenap
Şehabettin, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi şairler ise şiirlerinde sanatsallığı
hedeflemişlerdir. Dünya edebiyatında Paul Valery, Arthur Rimbaud, Charles
Baudelaire de şiirin asıl amacının sanat olduğu bu görüşü benimsemişlerdir.
Bununla ilgili Valéry: “Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından
başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün soyluluğu da
buradan gelir.” demiştir. Şiire bu perspektiften bakan sanatçılar Parnasizm ve
Sembolizm gibi edebi akımlardan etkilenmişlerdir.
Yazılma amacı gibi dil kullanımı konusunda da
şairler çeşitli ayrılıklar yaşamışlardır. Türk Edebiyatında bu konuya dönemsel
olarak bakıldığında; Tanzimat 1. Dönem şiiri, dilin bir an önce konuşma diline
yaklaştırılması gerekliliğini savunur. Buna rağmen dilinin sade olduğunu
söylemek zordur. Tanzimat İkinci Dönem ise bu düşünceden tamamen uzaktır.
Servetifünun Dönemi’nde çok ağır ve süslü bir dil kullanılmıştır. Daha önce
kullanılmamış Arapça ve Farsça kelimeler, tamlamalar kullanılmıştır. Müzikalite
yönünden ahenkli buldukları, estetik anlayışlarına uygun kelimeleri
kullanmışlardır. Tevfik Fikret’in ‘’Güler görür de o çeşm-i siyâhı ağlardım,/
Cihânda bir bu iken rûhumun temennâsı;/Evet, ben anlardım:/O tatlı giryelerin
ayrılıktı ma’nâsı.’’ dizeleri Servetifünun dönemi dil anlayışına uygundur.
Fecriaticiler,Servet-i Fünunculara tepki olarak ortaya çıktıklarını söyleseler
de, sanat anlayışı bakımından onların devamı olmaktan öteye
geçememişlerdir.Arapça, Farsça kelime ve tamlamalarla yüklü, ağır, süslü bir
dil ve şiirde müzikaliteyi, ahengi ön plana çıkaran bir sanat anlayışı
hakimdir. Milli Edebiyat Dönemi’nde ise dilde sadeleşme hedef alınmış, yabancı
kelime ve tamlamalardan arınmış arı bir Türkçe kullanılması gerektiği
savunulmuştur. Ziya Gökalp’in Turan adlı şiiri -Nabızlarımda vuran duygular ki
tarihin/Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil/Güzide, şanlı, necip ırkımın
uzak ve yakın/Bütün zaferlerini kalbimin tanininde/Nabızlarımda okur, anlar,
eylerim tebcil.- Milli Edebiyat Dönemi dil anlayışına sahiptir. Türk
Edebiyatı’nın ilerleyen dönemlerinde de dil kullanımı konusunda farklılıklar
oluşmuştur.
Şiiri üretenler hem Türk hem Dünya Edebiyatında pek
çok konuda farklı görüşleri savunmuşlardır. Bu görüşler, şiir sanatının
zenginleşmesine katkı sağlamıştır.
Kaynakça
Rainer Maria Rilke, Şiir Nasıl Doğar?
Sedat Öztekkeli, Fecriati Topluluğu
Jules Supervielle, Şiir Sanatı Üzerine Düşünceler
Ahmet Haşim, Şiir Hakkında Bazı Mülahakatlar