Aslında her şey o
güne kadar güzeldi. O gün mü? İşte o gün asıl hikayemin başlangıcıydı.
O gün kahvaltı
için ekmek almaya çıktım. Yolda giderken kulaklıklarımı taktım, en sevdiğim
müziği açtım. Bir yandan müzik dinliyor, bir yandan da arkadaşımla
mesajlaşıyordum. Telefon hayatımın önemli bir parçasıydı. O beni gerçekten çok
mutlu ediyordu. En yakın dostumdu. Biriyle yüz yüze görüşmektense mesajlaşmayı
tercih ederdim galiba. Neden mi? Çünkü yüz yüze konuştuğumda o an yalan
söyleyemezdim. Beğenmediğim bir şeye beğendim diyemezdim. Sevmediğim birine
‘’Seni seviyorum.’’ diyemezdim. Ama telefonda mesajlaşırken öyle değildi.
Sonuçta yalan söylesen bile karşındaki yüz ifadeni göremediği için yalan
söyleyip söylemediğini anlayamazdı nasıl olsa.
Ya da ne bileyim
birinin doğum gününde onun doğum gününü kutlamak ‘’ İyi ki doğdun!’’ demek
yerine emojili mesaj atmak daha güzeldi. Ya da birine günaydın deyip gülümsemek
yerine gülen emoji atmak daha eğlenceli ve samimiydi. Hem sanal arkadaşlık
kurmak daha kolaydı. Ama gerçek arkadaşlar mı? İşte o biraz zor. O yüzden
hayatı yaşamak yerine, telefona hapsolmuş yaşamayı ben kendim bile isteye,
farkında ola ola tercih ettim. Bir de bu yetmezmiş gibi her yerde, zamansız da
olsa onu kullanmaya başladım.
Onu kendime en
iyi dost belledim. Dostumun dizine kafamı koyup ona derdimi anlatmak yerine
derdimi telefon ekranındaki birkaç tuşa anlattım. Tuş mu? İşte o beni hiç
anlamadı. Oraya yazdıklarım sadece bir yazıydı işte. Karşı taraf yani sanal
arkadaşım sadece onu bir yazı olarak gördü. Gözümden akan yaşları eliyle
silemedi.
İşin acı yanı da
şu ki ben bunu, kendime en iyi dost bellediğim telefonu yanlış yerde, yanlış
zamanda kullandım. Sonuç ne mi oldu? En iyi dostum dediğim telefon hayatımı
kararttı…
O gün yolda,
telefon elimde, kulaklarımda kulaklık, bir yandan mesajlaşırken karşıya geçmeye
çalışınca gelen kamyonu göremeyip bir bacağımı o kazada sırf kendi
dikkatsizliğim yüzünden kaybettim.
Sağ bacağım artık
yoktu.
İşte o gün
hayatımın ufuk çizgisiydi.
Ondan sonrası ise
daha kötüydü.
Artık tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştum.
Yürüyemiyordum, koşamıyordum, çoğu basit şeyleri bile yapamıyordum. En çok canımı sıkan şey ise bu duruma
düşmeden önce yaptığım küçük hatalardı. Artık telefona bağımlı değildim belki;
ama bundan sonrası kendi yaptığım ve yapılmasına izin verdiğim hatalarla
boğuşmam oldu.
İşte o tekerlekli
sandalyeye, bu duruma düşmeden önce ben bunları hiç fark edemedim. İşte o
hatalar neler miydi? Onlar o kadar çoktu ki, nereden başlayayım?
Öncelikle engellilere özel olan asansörleri az mı
kullandım? Ya da en basitinden, babamın kaldırıma arabasını park etmesine hiç sesimi
çıkardım mı? ‘’ Baba ya buradan tekerlekli sandalyeli biri geçmeye çalışırsa
geçemez.’’ dedim mi? Demedim. Hiç engelli biriyle dost oldum mu? Olmadım. Hatta
davranışım çok fenaydı. Sanki o kişi bulaşıcı bir hastalık varmış gibi ondan
anında uzaklaştım. Hiç onun durumundaki birine yardım etmeye çalışmadım. Hiç
onları anlamaya çalışamadım. Hiç başkalarını uyarmadım. Hoş gerçi ben o zaman
yaptığım yanlışların farkında bile değildim.
Ve o kadar çok
şey var ki; aslında bizim yapıp da farkında olmadığımız şeyler.
Hadi ben size
tekerlekli sandalyeye mahkum olduktan sonraki bir günümü anlatayım. Hadi
benimle gelin…
Yine her zamanki
gibi kız okula gidecekti. Tekerlekli sandalyeye mahkum olan bu kızın okula
gitmek kadar basit bir şeyi yapabilmesi için resmen bir parkuru geçmesi
gerekiyordu.
Evleri 3.
Kattaydı. Her gün olduğu gibi annesi kızını hazırladı. Babası önce kızını
kucağına aldı, alt kata kadar taşıdı. Annesi de o sırada kızın sandalyesini
kaldırıma çıkartmıştı. Babası kızını sandalyesine oturttu. Kız her zaman
yaptığı bu günlük şeylere artık alışmıştı. Daha doğrusu alışmak zorunda
kalmıştı.
Kitaplarını
kucağına koydu, başladı tekerlekleri çevirmeye. Okulun yolunu tuttu. Okula giderken
kaldırıma park etmiş olan arabayı gördüğünde artık şaşırmıyordu hatta
kızmıyordu bile. Ancak bu onun için artı bir zorluk demekti.
Önce dikkatlice kaldırımdan inmeye çalıştı ama kaldırımda
rampa yoktu. Büyük hayal kırıklığına uğradı. Sanırım en iyisi birinden yardım
almaktı, ama kimden? Kimse durup uğraşmazdı ki şimdi. Sonunda kızın haline
acıyan bir teyze kızın kaldırımdan inmesine yardım etti. Kız bir engeli daha
atlatmıştı ama düşünmeden de edemedi; ‘’Acaba bu teyze gibi biri o an olmasaydı
hali ne olurdu?’’
Sonunda okula
vardı. Ama şimdi onu daha büyük bir engel bekliyordu. Okula kadar gelebiliyor
ama bir türlü içeri giremiyordu. Çünkü okullarındaki rampa olabildiğine dikti.
Oradan başka birinin yardımı olmadan mümkün değil çıkamıyordu.
Her gün ona
çıkmasında yardım eden o hizmetliyi bekledi. Bekledi ya ne çare hizmetli yarım
saat geçti gelmedi. Sonuç olarak da derse geç kaldı. Hizmetli yaklaşık 45
dakika sonra kızın imdadına yetişti. Kız sonunda bir engeli daha aşmıştı. Derse
geç kalınca öğretmeni kızmadı, zaten öğretmen de bu duruma alışmıştı. Kız
çoğunlukla ilk dersin hemen hemen çoğunu kaçırırdı.
Sonunda öğle
arası geldi. Kızın bütün arkadaşları kantine giderken kız sınıfta bekledi.
Çünkü kız zaten dar olan kantinlerine yoğunlukta, tekerlekli
sandalyeyle girmeye
çalışınca tam bir facia oluyordu. O da kantinin boşalmasını bekleyip en son
yemek almaya gitti. Kalanlardan ne varsa birini seçti-aldı. Gerçi geriye pek
seçenek kalmıyordu. Kız sonunda bir engeli daha tamamlamıştı.
Tekerlekli
sandalyeye bağlı biriyle de kimse arkadaş olmak istemiyordu. Zaten onun da pek
fazla arkadaşı yoktu.
Kız sonunda
gününü tamamladı. Okuldan çıkması gerekiyordu. Herkes evine giderken kız onu
gelip alması için babasını bekledi. Sonunda babası geldi.
Babası kızını dik
rampadan indirdi. Evin yolunu tuttular. Merdiven engelini de aşıp 3. Kata çıkan
kız ve babası sonunda evlerine gelebilmişlerdi. Eve sonunda binbir zorlukla
gelen kız zorlayıcı bir günü daha geçirmiş olmaktan oldukça yorgundu.
Yemek yedi, uyudu,
uyandı…
İşte kız için yeni bir gün daha başlıyordu.
Binbir zorlukla geçecek olan bir gün daha.
Onun için artık sabahları kahvaltı için ekmek alabilmek
büyük bir lükstü.
Ve o kız bu lüksü bir daha tadamayacaktı.
-Yasemin KÖSEMEN