31 Aralık 2022 Cumartesi

Yumurta

 Gözden ırak bir kasabada, küçük bir kız yaşardı. Kızın en yakın dostu, bir kuştu. Evet evet, bir kuş. Kuş da öyle küçük bir serçe değil, bir leylekti. Daha bir yavruyken bulmuştu kız onu. O zamandan beri de yanından hiç ayrılmamış, penceresinin pervazındaki yuvasına yumurtladığında bile yanında durmuştu. Yaklaşık bir hafta olmuştu ki, leyleğin gittiği bir zaman kız yumurtayı alıp yastığının altına saklamıştı. O pencerenin yanında değilken başına bir iş gelmesini istememişti.

O gün herkes ayrı bir mutluydu sanki. Tüm kasabalının yüzü gülüyor, herkes eğleniyordu. Kasabanın çocukları parkta saklambaç oynuyordu. Sanki o gün herkesin işi rast gidiyordu. Tek bir damla göz yaşı düşmüyordu. Ta ki kara bulutlar gelip, sağanak başlayana kadar. Birden herkes evlerine koşuştu. Küçük kız da sırılsıklam olmuş leyleği görür görmez içeri girdi. Sadece sırılsıklam değildi, tüyleri de kararmıştı.

İçeri girip ikisi de kurulandıktan sonra her tarafı bir gürültü kapladı. Kulakları çınlatan bu uçak sesleri, gittikçe yaklaşıyordu. Ayrıca sayısı da gittikçe artıyor gibiydi. Sağanak durmuştu, ama kara bulutlar bir an olsun kaybolmamıştı. Sanki yağmur damlaları yerlerini siyah toz parçacıklarına bırakmıştı. İlk uçak kasabanın üzerine geldiğinde, küçük bir paraşüt açıldı ve ağır olduğu anlaşılan bir şey yavaş yavaş aşağı inmeye başladı. Bir evin çatısına düştüğü anda, ev yerle bir olmuştu. O an, sanki saatler sürdü. Zaman akışı yavaşlamış gibi her şey donmuştu. Ve birden, eskisinden de hızlı ilerlemeye başladı.

Herkes etrafta koşuşuyor, güvenli olduğunu düşündükleri yerlere sığınıyordu. Her geçen saniye, gökyüzünde görünen uçak ve düşen paraşüt sayısı artıyordu. Leylek gitmişti. Öylece, gidivermişti. Kız korkuyla yastığına sarıldı ve sadece ağlamaya başladı. Yumurtayı da o zaman fark etti. Ağlaması da kasabadan gelen patlama sesleri gibi sürekli şiddetle artıyordu. Sonunda oturarak kaçamayacağını anladığında, yatağından fırladı ve can havliyle koşmaya başladı. Yumurtayı göğsüne bastırıyor, olabildiğince hızlı koşuyordu. Evden dışarı fırladığı anda, leyleği tekrar gördü. Gagasında bir bohça taşıyordu ama ne olduğu anlaşılmıyordu. Ve gitti… Fakat geri dönebileceği bir gidiş değildi bu. Olabildiğince güçlü bir çığlıkla dumanlar arasında kaldı. Bir paraşüt parçası, dumanlar arasından gözüktü…

Kız artık daha şiddetli ağlıyordu ve sığınacak bir yer arıyordu. Ne yapacağını bilemeyip bir evin içine girdi. Ve kendi evinin üstüne bir bomba düştüğünü gördü.

Artık etrafta kimse kalmamıştı. Kaçabilenler, eğer olduysa, kasabanın dışına çoktan çıkmışlardı. Havada ne bir kuş, ne de bir sinek kalmıştı. Her yerden siyah dumanlar ve alevler yükseliyordu. O an, sadece koştu. Önünü göremeden, elleri ve yüzü siyahlar içinde, koştu. Ve daha evin içinden çıkamadan, bir tahta parçasına takılıp yere yuvarlandı. Elindeki yumurta düşmüş, kaldırımın başına kadar sürüklenmişti. Her şey bir anda oldu. Son uçak geçti, kız gözlerini sıkıca kapattı, ayakta duran tek ev yerle bir oldu, kara bulutlar dağıldı.

Uçaklar gittikten sonra etrafa bir sessizlik çöktü. Tek bir canlılık kalmıştı, o da kenarı çatlamış olan bir leylek yumurtası. Kasaba halkı yoktu, çocuklar yoktu, kız yoktu, leylek yoktu… Bulutlar dağılsa da hava hala siyah toz parçacıklarıyla kaplıydı ve ışık yoktu. Güneş yoktu, ay yoktu. Sağlam kalan ev yoktu. Bahçeler yoktu, park yoktu. Zarar görmemiş bir bitki yoktu. Her yer siyah ve turuncuya bürünmüştü. Kala kala, tüm ateş ve dumanların arasında bir yumurta kalmıştı. Bütün bir kasabadan geriye kalan tek şey oydu. Onun da bir önemi var mıydı zaten?


10/D MANİLERİ

 Kaşların ok dedikçe

Kirpiğin çok dedikçe

Pek mi gönlün büyüdü ?

Senin gibi yok dedikçe


Bugün hava bulutlu

Çemberim dutlu dutlu

Ben yârimi görmedim

Görenlere ne mutlu


Kapı kapı dolaşır

Adını haykırır

Fazla naz etme

Aşk usandırır


Buğday

 Köy karanlığa bürünmüş, doğanın ve rüzgârın sesi insanın içini titretiyordu. Ömer günlük işlerini halletmiş ağırlık taşımaktan ağrıyan eklemlerini rahatlatmak için iki odalı evinin salonunda sobanın yanında uzanmış çayını yudumluyordu. İçinde ekinleri biçip taşıma işini bitirmenin verdiği huzur bir yandan da rüzgârın, soğuk havanın ve kışın getirdiği huzursuzluk durmadan savaşıyordu. Bu sene kış erken gelmişti ve öncekilere göre daha sertti. Ömer babasından kalan tek geçim kaynağı küçük toprağında kış için buğday ekmişti tek başına zor olmuştu belki ama kimsesi yoktu. Aniden bastıran soğuk havaların korkusuyla üç günde biçip evin küçük ahırına taşımıştı onlarca çuval buğdayı. Şimdi zifiri karanlık ahırda cılız, boz renkli yoldaşı Kadife yatıyordu. Bahçede de arada bir havlayan iri çoban köpeği Karabaş’tan başka kimse yoktu etrafta. Göz kapakları şimdiden ağırlaşmaya başlamıştı, çay bardağını eski çinko demliğinin yanına koydu, sobadaki ateşi söndürdü ve yorgun ayaklarını yere sürte sürte yatağına yürüdü. Yatağa girdiğinde zihni çoktan uyumuştu sadece gözleri açıktı…

           Şiddetli bir gök gürültüsü sesiyle uyandı ve hemen doğruldu yatağından Ömer. Cama doğru uzandı bardaktan boşanırcasına yağmuru görünce hayal kırıklığıyla yatağa gerisin geri bıraktı kendini. Gitmesem mi diye düşündü bir an ama gitmesi gerekiyordu. Bugün gitmezse bir hafta belki de on gün sonra gidebilecekti değirmene. Değirmencinin ne zaman geleceği belli olmuyordu. Fırladı yataktan, duvara çakılı demir askılıktan yün kazağını ve yer yer sökülmüş, yırtılmış eski kumaş pantolonunu giydi. Son olarak naylon yağmurluğunu geçirdi üzerine ve evden çıktı ayağında uzun çamurlu çizmeleriyle. Köpeği karabaş sırılsıklam bir şekilde havlayarak sahibini takip etti ve ahıra girdiler. Küçük tahta eşek arabasını eşeğine bağladı Ömer. Durmadan yağmur suları sızıyordu ahırın çatlak ve delinmiş çatısından bir huzursuzluk vardı eşeğin içinde Ömer de huzursuzdu belki ama başka çaresi yoktu. Bir saat kadar çalıştıktan sonra yüklemişti çuvalları arabaya. Ahırın diğer ucuna gitti, naylon muşambayı aldı ve çuvalların üzerine örttü. Kasketini iyice alnına eğip atladı arabaya, eşek önde köpek arkada çıktılar ahırdan.

         Yağmur az da olsa dinmişti, köyün eğimli yollarında sular akıyordu. Dışarda hayvanlarını sağmaya çıkan kadınlardan ve odun toplamaya çıkan birkaç ihtiyardan başka kimse yoktu. Sahi odunları da bitmek üzereydi Ömer’in. Köyden çıkıp çamurlu patikaya girdiklerinde eşeği daha en başından tökezlemeye başladı. Ömer elindeki uzun kırbacı birkaç kez hırsla indirdi hayvanın üzerine. Yağmurlu havada ondan başka hiçbir canlı yoktu koca tepelerin arasında. Başını çevirip kontrol etti çuvalları, yerleştirdiği gibi görünce soğuktan çatlamış dudaklarında hafif bir tebessümle dönüp yola kilitlendi. Yarım saat geçti iyice yaklaşmıştı köyü ve değirmeni ayıran dereye. Keyifle köpeğine döndü ve yüksek sesle ‘’ Gördün mü bre Karabaş tek başımıza üçüncü kışımıza da girdik’’ dedi. Dereyi geçmeye yarayan tek ahşap köprünün yanına varınca yavaşlayıp atladı arabadan. Soğuktan sertleşmiş ellerini ağzına yaklaştırıp birkaç kez hohladı, köprüye doğru yürüdü dimdik. Yağmur tamamen dinmişti ama ıslanmamış hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Dar köprünün yanına gelince kaşları çatıldı ve endişeyle bir dereye bir köprüye baktı. O köprüden geçmek zorundaydı ama dün geceki fırtına da köprünün altı ayağından ikisi kudurmuş derenin sularına dayanamayıp kırılmış öylece sürüklenip gitmişti sularla birlikte. Arabaya geri dönüp atladı ve yavaş yavaş köprüye sürdü arabayı. Daha yarısına gelmemişlerdi ki köprünün kerestelerinden birinin çatırtısıyla eşeğin ön ayaklarının boşluğa düşmesi bir oldu. Köpek bir yandan havlıyor, ayaklarını sıkıştıran hayvancağız diğer yandan anırıyordu. Ömer ne yapacağını bilemedi aşağıdaki sulara baktı önce, sonra dikkatle indi arabadan. Yağmur tekrardan çiselemeye başlamıştı. Arabayı yüklü bir şekilde karşıya geçiremeyeceğini anladı. Ağzında anlamını kendisinin bile bilmediği küçükken babasından duyduğu birkaç duayla olabildiğince hızlı ama dikkatli bir şekilde buğdayları indirdi ve köprünün başına yığdı hepsini. Üzerini de güzelce örttükten sonra gelip arabayı eşeğinden çözdü.

             Eşek önce biraz çırpınmış sonra arka ayaklarını da kırıp hareketsiz bırakmıştı kendini. Karabaş Ömer’in etrafında kuyruğunu sallaya sallaya geziyordu, köprü yeniden sallanmaya başlamıştı. Eşek ayaklarını kurtarır kurtarmaz hızla ileri atıldı, bunun sarsıntısına dayanamayan köprü büyük bir gürültüyle çatırdayıp çökmeye başladı. Ömer ölüm hissinin verdiği korkuyla kaskatı kesilmiş köprünün korkuluklarına tutunmuş gözleri sımsıkı bir şekilde altında deli gibi akan sularla birleşmeyi bekliyordu. Eşeği çoktan kurtulmuştu, o can pazarından görünmüyordu. Ömer ve köpeği kerestelerin arasından suya düşmüştü. Suya ilk temasında suyun keskin soğukluğunu hissetmişti ama bu çok kısa sürdü. Daha sonrasında çamurlu kahverengi suyun içinde arada bir karartı şeklinde görünen cansız bedeni vardı. Ölüm,fukara ölümü… Daha beş dakika öncesine kadar burada bulun Ömer, şimdi bir bilinmezliğe sürükleniyordu. Rüzgârın ve yağmurun altında naylon muşambalarla üzerleri örtülü çuvallar kim bilir ne zaman orada bulunacaktı. Şimdi koca tepelerin arasında hiçbir işe yaramayan dolu çuvallardı sadece. Kim bilir ne zaman fark edilecekti on dokuz yaşındaki kimsesiz Ömer’in yokluğu…

                                                                                        Özgür Ferat DEMİR


IN LA KESH

 Herkesin uyuduğu ama Sinan’ın kasırga misali düşüncelerinden dolayı uyuyamadığı bir saatti. Ahşap 

çalışma masasının üstünde yeni kitabını yazıyordu. Aklına yeni bölüm geldikçe yazıyor, yazdıkça 

hırslanıyor , hırslandıkça yüzündeki gülümseme büyüyor ve hayallere dalıyordu. Yazma tutkusu 

yazdığı her kelimede çığ gibi büyüyor ; gözleri kendini kanıtlamak isteyen bir çocuk gibi parlıyordu. Bir 

paragrafı bitirmişti bile. Paragraflar bittikçe kendini kanıtlamak isteyen çocuğun parıltısının yerini 

kendini yüzyılın yazarı sanan bir ego kaplıyordu O ego göğsünü kabartıyor , kalp atışlarını 

hızlandırıyordu. 

 Hayallerini bir telefon bildirimi kesti. “Yoksa… yoksa başvurum kabul oldu mu?”. İnsanoğlunun en 

büyük zayıflığı ve en büyük gücü olan umutla açtı telefonu ve baktı bildirime. Bildirimi görür görmez 

içindeki umuttan binalar yıkıldı. Gözlerinde erken büyümek zorunda kalan bir çocuğun şaşkınlığı ve 

insanlara öfkesi vardı. Bütün göğsü alev aldı. Bütün benliğiyle insanlardan tiksindi. Simsiyah gözleri 

yaşla doldu. Sinan’ın kibirli bedeni ağlamaya alışkın değildi. Kendi gözyaşlarıyla boğuldu ama 

ağlamadı. Sinan hep güçlü olmalıydı. Ağlarsa hayat denen bu yarışı kaybederdi.Ama Sinan 

kaybetmekten nefret ederdi. Tek bir amacı vardı: bu dünyayı kazanmak. 

 Uykusuz kaldığı gecelerin izlerini taşıyan çalışma masasından kalktı. Kendini tek ait hissettiği yere , 

ruhunun özgür olduğu yere doğru yürüdü. 3 odalı evinin en büyük odasını ruhuna ayırmıştı. Kendi 

küçük dünyasına vardı ve hemen bir felsefe kitabı aldı eline. Şuan güçlü kalmalıydı , ağlamamalıydı. 

Bu yüzden de evine , kitapların kitaplıktan yere taştığı kütüphanesine geldi. Kitabı onlarca kez 

okumamış gibi açtı en sevdiği bölümü. Bu sayfada defalarca okunmanın izleri vardı. Altı çizilmekten 

yorulmuş satırlar vardı. Sonunda dudaklarını araladı ve fısıldar gibi okudu. 

 “ Ben kimim? Hayata geliş amacım ne? Bunlar kendini anlamlı sanan egoist insanların ortaya attığı 

sorular . Hiç bir şeyin anlamı yok. Yaşamanın da ölmenin de. İnsan anlamsız olduğunu kabullense 

mutlu olur belki ama içindeki o kocaman ego ona şöyle fısıldıyor” Sen özelsin. Herkesten farklısın. En 

üstün tür sensin. Tabiki de anlamlısın!” İnsan mutluluğu bir kenara itiyor , anlamsız ve kısa hayatını 

anlam arayışında kaybediyor. Diyelim ki insan egosuna karşı galip geldi ve anlamsız ama mutlu bir 

varlık olma yolunu seçti. Bu bizi daha zor bir soruya götürüyor : Anlamsız bir varlığa tam olarak ‘var’ 

denebilir mi? Şu soruyu şöyle soralım: Tanrı biz olmasaydık da anlamlı olur muydu? Sonsuz gücün 

varsa ama senden zayıf başka bir varlık yokda sadece sen varsan özel olabilir misin? Varlığın anlamlı 

olabilir mi? Belki Tanrı bizi bu yüzden yarattı. Kendinden zayıf varlıklar yaratmadan güçlü varlık sen 

olamazsın. Bu durumda binevi biz de Tanrı’nın tanrısı değil miyiz ? Tanrının anlamlı olmak için bize 

ihtiyacı var bizim de var olmamız için Tanrıya ihtiyacımız var. Tanrı ve biz birbirimizi tamamlıyoruz ve 

hiç bilmediğimiz kadar birbirimize ihtiyaç duyuyoruz.” 

 En sevdiği bu paragrafı okuduktan sonra ilk defa okur gibi heyecanlandı. Tanrının ona ihtiyaç 

duyması fikri gururunu okşamıştı. Gerçekliğe döndüğü an yarın gitmesi gereken bir işi olduğu aklına 

geldi ve ruhunu küçük kütüphanesinde bırakarak bedenini yatağına götürdü. Kendini tanrı sanan bu 

adamın yarın insanlara getir götür yapabilmek için iyi bir uykuya ihtiyacı vardı. 

Sinan edebiyat fakültesi mezunuydu. Memur olan anne ve babanın tek oğluydu. Türkiye’nin en iyi 

üniversitelerinden birinde edebiyat okumuştu. Hâlâ okumaktan büyük bir haz alıyordu. İçinde bitmek 

bilmez bir okuma ve yazma ateşi vardı. Nitekim yazdığı hiçbir hikaye ya da roman beğenilmemişti.Gözleri kan çanağına dönene dek hırsla ve istikrarla çalışan bu adam başarısız olmuştu. Hayır! Bunu 

kabullenmezdi. Bu yüzden her gün yazmaya devam etti. Ya başaracaktı ya da kendini öldürecekti. 

Zaten utancından dolayı annesinin babasının yüzüne bakamamış ve utancından merdiven altı bir 

kafede garsonluk işine girmişti. Bir tanrı için ne kadar da küçük düşürücüydü! Sinan tanrı olmaya 

çalışan biriydi. Amacı için karanlık yola attığı her adımda amacına yaklaştığını sanıyordu ama 

karanlığın sonunda onu ışık beklemiyordu. Gitgide kendi ölümüne doğru yürüyordu. Attığı her adım 

onun ruhunu daha kederli daha umutsuz yapıyordu. Sinan’ın yanlışı buydu. Neden biliyor musun? 

Sinan geri geri yürüyordu. Geçmişten kopamayan bir zavallı gibi geçmişin tanıdık kucağına doğru 

koşuyordu adeta. Yaşamak için geçmişi bırakıp ileriye doğru adım atmalıydı. Geçmişten kaçamayan 

her zavallının sonu ölümdü çünkü. 

Sinan çalan alarmını onu hayal dünyasından uyandırdığı için sinirle kapattı. Dünkü yazdığı kitaptan 

dolayı dağınık olan masası Sinan’a “Hâlâ mı başaramadın , seni zavallı!”der gibi bakıyordu. İşe gitmek 

için keten gömleğini giydi. Siyah keten gömleğini dikkatlice ütüledi. Koluna üzerinde altın detayları 

olan ve ona kendini güçlü hissettiren saatini taktı. Sinandan başka garsonluk için bu kadar resmi 

giyinen kimse yoktu. Tabikide olmayacaktı! Sinan özeldi değil mi? Takıntılı karakteri hayatının her 

alanına yansımıştı. Her şey dört dörtlük ve mükemmel olsun diye uğraşırdı hep. Bu yüzden kendi 

aynasının karşısına geçti. Bir süre kalbi gibi simsiyah olan gözlerinden aynadan kendine baktı. 

Aynadaki egolu bu adama kitlendi ve “Ya başaracağım ya öleceğim “ diye fısıldadı. Aynadaki kişi 

anlamıştı. Sinan yakında ölecekti. 

Sinan ölüme çok yakın olduğundan habersiz bir şekilde dördüncüye okuduğu “Suç ve Ceza” ‘ yı aldı 

yanına. Sinan tam bir Dostoyevski insanıydı. Sinan’a göre onu sadece Dostoyevski anlayabilirdi. 

Dostoyevski Sinan’ın idolü, tanrısı kısacası her şeyiydi. Kendini Dostoyevski sözleriyle avuturdu. En 

sevdiği sözüyse şuydu: “İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.” Bu söz ona 

ünlü bir yazar olma hevesini kamçılatıyordu. Hevesli ruhu daha da heveslenerek yazma hayallerine 

dalıyor ve bir süre orda kalıyordu. 

Gerçekliğe döndüğü an hızlıca kabanını giydi ve geç kaldığını anlayınca koşar adımlarla dolmuşa bindi. 

Gerçekliğe çok sert bir şekilde giriş yapmıştı. Bu geçişten memnun olmadı ve gerçeklikten kaçmak için 

kitabını çantasından çıkardı. Kitabın kapağını ilk günkü heyecanla açtı ve yol boyunca kitabını okudu. 

İşyerine gelmişti. Hızlıca önlüğünü giydi ve etrafı temizlemeye başladı. 

İçeriye Kerem girdi. Sinanla selamlaştılar. 

“Kerem, ben etrafı temizlerken sen de dünden kalan bulaşıkları yıka.” Başıyla onayladı ve Kerem de 

işe koyuldu. 

Kerem sinanla aynı işyerinde çalışıyordu. Kerem de Sinan gibi edebiyat fakültesi mezunuydu. O da 

işsiz kalmıştı. Keremin de yazmada yeteneği yoktu. O da okumaya bayılırdı. Pek çok ortak yönleri olsa 

da onları birbirinden ayıran çok önemli bir nokta var : Kerem mutluydu. Evet , Kerem de başarısız 

olmuştu. İyi bir üniversiteden mezun olmasına rağmen iş bulamamıştı. Kitapları o kadar kötüydü ki 

hiç bir yayınevi kitaplarını basmak istemedi ama Kerem mutluydu işte.Nasıl? Sinanla Kerem bu kadar benzer hayatlar yaşamışken nasıl biri mutlu biri mutsuz olabilir? Cevap 

çok basit: Kerem anlam arayışında değildi. Kabullenmişti ve geleceğine bakmıştı. Sinan ise asla 

kabullenemedi ve hep geçmişte takılı kaldı. 

Aralarındaki en önemli farklardan biri de ikisinin yansıttığı yazarlardı. Sinan ne kadar Dostoyevski 

insanıysa Kerem de bir o kadar Oğuz Atay insanıydı. 

Evet , Oğuz Atay’ın oldukça depresif bir yapısı var ama Kerem mutsuzluğu da kabullenmişti. 

Kabullendiği için mutluydu. Kereme göre mutluluğun formülü kabullenmek , Sinan göre özel biri 

olmaktı. 

Birbirine bu kadar çok benzeyen ama zıt olan bu iki insan işlerini hızlıca bitirdi. Hâlâ kafenin 

açılmasına yarım saat daha vardı. İkisi de kitaplarını çıkarıp okumaya koyuldu. Sinan bir köşede “Suç 

ve Ceza” , Kerem ise bir köşede “Tutunamayanlar” ‘ ı okuyordu. 

Sinan kereme baktı ve keremin yüzünü inceledi. Keremin yüzünde büyük bir kabullenmiş insan 

gülümsemesi vardı. Gözlerinden umut ve hayat fışkırıyordu. Kitabını okurken büyük bir haz alıyor ve 

gelecek hakkında hayaller kuruyordu. Sinan bir anda Keremi öldürmek istedi. İçinden onu o kadar 

kıskandı ki. “Neden… Neden mutlu olamıyorum. Ben neden böyleyim. Kerem her şeye rağmen 

mutluluğu bulmuş ben ne zaman bulacağım?” 

Bir anda Sinan farkına vardı. Bu farkındalık ona o kadar ağır gelmişti ki. Derin derin nefes almaya 

başladı. Kalbi hızlandı. Zihninden bu soru geçip duruyordu. Şimşek gibi her bir norönunda aynı 

düşünce dolanıyordu. 

“Önemli olan mutlu mu olmak mı olmak yoksa mutsuz ama özel biri mi olmak? “ 

Cevabı artık biliyordu ama her şey için çok geçti. Yaşamak için çok geçti. Mutlu olmak için çok geçti… 

Kerem bir anda koşar adımlarla Sinan’ın yanına geldi. “ Sinan iyi misin? Deminden beri derin derin 

nefes alıyorsun. Hastaneye gitmelisin.”. 

Sinan’ın aklına o an bir düşünce geldi. Keremden o kadar nefret ediyordu ki ölürken ondan intikam 

almalıydı. Bu kadar mutlu olduğu için kerem den intikam almalıydı. 

“Kerem , bana ağrı kesicini verir misin? Başım ağrıyor da hastaneye gidene kadar en azından ağrım 

geçer.” 

“Tabii ki hemen getiriyorum.” Ilaçlar keremin ölüm fermanı olacaktı ama Kerem bunu henüz 

bilmiyordu. Mutlu olduğu için cezalandırılacagını bilmiyordu. 

Sinan hemen Kerem’den ilaçları aldı ve eve gitti. Hayatın da ilk defa mutluydu. Sonunda özgür 

olabilecekti. 

Eve geldi. Ahşap masasındaki kitabıyla ilgili şeyleri hırsla yere savurdu. Bir kalem çıkardı ve yazmaya 

başladı. 

“Ben Sinan Altay. Kerem Derenoglu tarafından kendimi öldürmem için emir aldım. Kerem bana olan 

kıskançlığından beni öldürmek istediğini ama hapse girmek istemediği için intihar süsü vermemiistedi. Beni ailemle tehdit etti. Bu yüzden Kerem Derenoglu nun verdiği bu ilaçları içerek kendimi

öldüreceğim. İsteğim adaletin yerini bulması ve ölümümün boşuna olmaması.”

Kerem yüzünde belli belirsiz bir tebessümle mektubu masasına bıraktı. Ahşap masasına baktı. Artık

ağlıyordu. Yıllar sonra ilk kez ağlıyordu. Kendi küçük dünyası olan kitaplığına baktı. Kitapları da

anlamıştı Kerem’in gideceğini. Sessizce vedalaştlar.

Kerem’in gözlerinden sel olur gibi gözyaşları akıyordu. Sanki günahlarımı yıkamak istercesine daha da

ağlıyordu. Günahlarından arındırılmış bir şekilde ölmek için kendini gözyaşlarıyla yıkıyordu bedenini.

Yatağına uzandı ve ilaçların hepsini içti. Bir anda bütün ilaçları içince gözyaşları içinde olan bedeni

buna dayanamadı. Sinan öleceğini anlamıştı

Sinan bir anda boğulur gibi çırpınmaya başladı. Bu ilkel bir yaşama iç güdüsüydü.

Renkler ve parlak ışıklar onu kuşatmış , yıkıyor ;onun üstünde geziniyordu. O da ne? Deniz fenerine

benzer bir şey görüyordu. Deniz fenerine benziyordu ama beyninin içindeki bir fenerdi bu, çakıp

sönen beyaz parlak bir ışıktı. Sonra bir anda karanlığa düştü. Karanlıktaydı artık. Bunu fark ettiği anda

da farkındalığı sona erdi.

Sinan’in ölümü tüm Türkiye’de yankı uyandırdı. Herkes Kerem’e nefret sözleri yağdırıyor. Zavallı

Kerem ise ilacın üzerinde parmak izleri kaldığı için hapiste yatıyordu. Neden yattığını bile bilmiyordu.

Sinan o gün iki kişi öldürdü. Sinan bir katildı. Ama halkın gözünde değeri bilinmeyen bir yazardı. Sinan

öldükten sonra kitaplarını annesi ve babası bastırdı. Bir anda kitapları rağbet görmeye başladı. Herkes

Sinan’ın ne kadar değeri bilinmeyen bir yazar olduğundan bahsedip duruyordu.

Sinan istediğini almıştı ölüydü belki ama özel biriydi artık. Sinan’in toprak altındaki çürümüş bedeni

huzur bulabilirdi artık.

Ama tanrının Sinan için başka planları vardı…

Son



Not: İn La Kesh , maya dilinde “Birbirimizin farklı yüzleriyiz.” demektir.



                                            Gökçenur Alkan


Yanlışlar Üzerine Bir Hayat

             

Takvimler 1874 yılının Nisan ayını gösteriyordu. İstanbul kendini yine ilkbahara teslim etmişti. İşte yine, Çerkez çocukları yalın ayak dışarıda koşuşturuyor, kendilerinin top olarak isimlendirdikleri lastikle sarılı bez parçasıyla öğle sıcağında yorgunluktan bayılana kadar top oynamayı ve tabii ki mahallenin en sinirlisi olarak bilinen Şefika teyzeyi kızdırmayı kendilerine vazife olarak görüyorlardı. Öte yandan Gülhane Parkında güvercinleri kovalayan beş yaşındaki Ragıp ve tam bir İstanbul beyefendisi olan babası Abdullah Bey pazar sabahı yine o her zaman oturdukları bankta oturuyorlardı. Anlayacağınız üzere, İstanbul beyaz yorganını üzerinden atmış, yeniden canlanan doğaya adeta merhaba diyordu. Ve işte o, yine her zamanki gibi oldukça nizami giyinmiş olan Ekrem.  Henüz 22. yaşına basmış en güzel zamanlarını yaşamakta olan bir kalem memuru pazar günü tatil olduğu için kaleme gitmiyor bugün onun yerine, henüz birkaç gün önce tanışmış olduğu çok güzel ve alımlı bir kız olan Latife ile buluşmaya gittiği elindeki gül buketinden anlaşılıyordu. Ekrem durumu orta halli bir ailenin çocuğuydu. Babası Müfit Bey annesi Zeliha Hanım ve kendinden iki yaş küçük olan kız kardeşi Feride ile birlikte Eminönü yakınlarında iki katlı şirin mi şirin bir evde yaşıyorlardı. Müfit bey boyundan bosundan,  katı üslubundan ve üstünden hiç çıkarmadığı formasından da anlaşılacağı üzere bir inzibattı, annesi Zeliha Hanım ise çocuklarına çok düşkün bir anne aynı zamanda eve katkıda bulunma ya çalışan birisi olduğu için boş zamanlarında oya yapardı. Kız kardeşi Feride ise çok güzel bir kızdı, o ailesinin gözbebeğiydi.

 Ekrem, Latife ile birkaç gün önce arkadaşları aracılığıyla tanışmıştı. Ve o günden beri de aklından çıkmıyordu. Ekrem bugün yine onla buluşmuştu. Eminönü‘nden bir kayıkla karşıya geçmişlerdi. Rüzgâr hafif hafif esiyordu, deniz dalgasız, gökyüzü kendini beyaz bulutlara teslim etmişti. Her şey çok güzeldi taki Latife bir anda hastalanıncaya kadar, bu yüzden kayık turu yarıda kesilmiş ve Ekrem Latife’yi evine kadar bırakmıştı. O gün bir daha görüşmediler. Ekrem eve döndüğünde mutsuzdu, nedendir bilinmez içine bir karamsarlık çökmüştü. Annesi Zeliha Hanım o akşam Ekrem’in en sevdiği yemeği yapmış olmasına rağmen Ekrem yemeğe oturmadan odasına çıkmış ve Fransızca dersine hazırlanmaya başlamıştı. Ekrem aynı zamanda Fransızca dersi de alıyordu, bunun temel nedeni ise; Ekrem bir Reis-ül Küttap olmasıydı. Bu yüzden Ekrem’in Fransızca bilmesi gerekiyordu. (Reis-ül  Küttap bugünkü dışişleri Bakanlığında çalışan memurlarla aynı iş yapardı.) Ekrem Fransızca dersi için hazırlanıp Fransız öğretmeni Bay Clay’in evine doğru çoktan yola çıkmıştı. Bay Clay Fransız kökenli olup on yılı aşkın zamandır Beyoğlu ‘nda oturuyordu. Kendisi geçimini Fransızca dersleri vererek sağlıyor, boş zamanlarında ise Fransa’dan kaçak olarak getirttiği dergileri arkadaşları ile tartışıyordu. Bu dergiler genellikle milliyetçi fikirler içeriyordu. Bay Clay sert bir Fransız milliyetçisiydi. Ve bu fikirleri ders verdiği Osmanlı gençlerine de aşılamayı istiyordu. Hatta Ekrem’i tanıdığımdan beri Ekrem ile sürekli bu konuları konuşuyor. Fransa’nın ihtilalden önceki ve sonraki halini mukayese etmeyi unutmuyordu. Ekrem Bay Clay’in bu tür konuşmalarını önemsiyor ve kendisi bir Osmanlı genci olduğu için bu düşüncelerin devletine büyük fayda sağlayacağı konusundaki düşünceleri oldukça kuvvetleniyordu ve Fransızca bilmesinin de faydasıyla Bay Clay’in Fransa’dan getirdiği dergileri Osmanlı mecmualarında Süleyman rumuzuyla yayınlamaya başlamıştı. Tabii ki bu yazıları tek başına yayımlamıyordu. Zamanın önemli gruplarından birine katılmış ve yazdığı yazılar sayesinde kısa sürede hatrı sayılır biri haline gelmişti. Fakat savunduğu görüşler ve yaptığı icraatlarden dolayı devletçe pek hoş karşılanmıyordu. Bu yüzden halk arasında bu konuların konuşulması yasaktı. Eğer konuşulduğu işitilir ise Osmanlı inzibatları gelir ve milliyetçileri yaka paça zindanlara atarlardı. Çok büyük icraatlar yapmış olanlar ise Darağacında sallandırılırdı. Milliyetçi Ekrem bir köşede dursun, aynı zamanda Latife’yle de konuşuyordu. Hatta aileler tanışmıştı. Anlayacağınız işler yolunda gidiyordu. Fakat kimse Ekrem ‘in milliyetçi biri olduğunu bilmiyordu. Çünkü Ekrem’e kimseye söylememesi söylenmişti. Aynı zamanda Latife‘nin babası Osmanlı istihbaratında yer alıyordu ki bu Ekrem’i çok korkutuyordu. Babası damadı olacak adamın neler yaptığını öğrenmek için peşine adam takabilir ve durumu öğrenebilirdi. Ekrem ‘in bir karar vermesi lazımdı; ya Latife’yle olan ilişkisini bir son verecek ya da üyesi olduğu gruptan ayrılarak kendi görüşlerini içinde saklayacaktı. Fakat bu iş burada bitmiyordu. Ekrem Latife‘yi gördüğü anda körkütük âşık olmuştu ve dahası aralarında çok şey yaşanmıştı. Düğün hazırlıklarına başlamış olan iki aileyi ayıramaz bundan da önemlisi kendisi Latife’yi bırakamazdı. Fakat milliyetçi arkadaşlarının olduğu gruptan da ayrılamazdı. Çünkü grubun kurucularının koymuş olduğu güvenlik kuralları vardı ki bunlardan bazıları şunlardır; gruptan ayrılmak isteyen üye eğer grup adına büyük bir iş yapmadıysa gruptan ayrılamaz ve gruptan ayrılmak isteyen kişi en az bir yıl boyunca gruba katkıda bulunmalıdır. Fakat Ekrem daha önce hiç büyük bir iş yapmamıştı ayrıca kendisi sadece dokuz aydır görevdeydi. Bu da demek oluyor ki Ekrem en iyi ihtimalle üç ay daha işleri yürütmek zorundaydı. Artık çok daha dikkatli olması lazımdı. Aynı zamanda elini çabuk tutarak bir iş yapması lazımdı ki bu grup denen beladan sıyrılabilsin bunun için yarın sabah olduğunda yönetim üyelerinin yanına gidecek ve üzerlerinde çalıştıkları en yakın zamanda gerçekleştirilecek icraat neyse kabul edecekti. Hemen bir faytona binerek yönetim kurulu başkanı Vefik Bey’in yanına gitti.

 İçeri girdi ve lafı uzatmadan konuya girdi. Tam o sırada merdivenlerden görüntüler yükseldi, Vefik Bey inzibatların geldiğini anladı ve zaman kaybetmeden binanın arka kapısından kaçıp gitti. Fakat Ekrem ve yanındaki iki arkadaşı bu konularda tecrübeli olmadıkları için kaçamadılar. Çok geçmeden inzibatlar içeri girdi ama Ekrem Bey de ona kalmıştı. Sadece karşısına bakıyor, duruyor ve ne dediğini bilmediği bir şeyler söylüyordu. İçeri giren inzibatlardan birisi babası Müfit Bey idi. Müfit Bey oğlunu gördüğü anda dona kalmıştı. Odanın içerisinde ölüm Sessizli oluşmuş herkes birbirine bakıp nedenini anlamaya çalışıyordu. Ekrem ‘in kulakları çınlıyor, damarlarındaki kan akışını duyuyor, hızlanan kalp atışlarını ağzında hissediyordu. Tam o anda sessizlik bozuldu. Ve bir çift ayakkabı sesi merdivenlerde yankılanmaya başladı. Yıllardır yağlanmamış olan kapının kolu sanki zincirlerini kırıyormuşçasına gıcırdadı. Ve içeride ikinci bir sessizliğin oluşmasını sağladı. Ama bu sessizlik o kadar uzun sürmedi. İçeri giren Latife ‘ nin babasıydı. Ve sadece “bunu benden gizleyebileceğini mi sandın” dedi ve inzibatlara bir el işareti yapıp gitti. Ekrem hiçbir şey diyememişti, diyemezdi de zaten, Ekrem yakalananların götürüldüğü zindana götürüldü. Yarın Darağacında sallandırılacaktı. O gece sadece duvara baktı ve daldı. Daldıkça düşünüyor, düşündükçe dalıyordu. Düşündüğü tek şey ise ellerinin arasından kayıp giden hayatı idi. Ve o beklenen an geldi. Sabahın ilk ışıkları ile Ekrem ‘i darağacına koydular. Arkasında ise annesi, kız kardeşi ve aralarında en perişan olan müstakbel karısı Latife idi. Hepsi ağlıyordu, altından sandalyeyi çekecek olan ise gözleri yaşlı olan babası Müfit Bey.  O koca yürekli bir insan mıydı yoksa oğlunun korku dolu bakışlarına rağmen gözlerine kara perdeyi indirecek olan Azrail’in yeryüzündeki yardımcısı mı? Müfit bey sandalyeyi çekmek için hazırlandı. O da biliyordu ki o an gözünden hiç eksilmeyecek bir daha asla rahat uyuyamayacaktı, fakat ne olursa olsun bu onun suçu değildi, bu Ekrem’in suçu da değildi. Bu özgür düşünce karşıtı olan devletin ve onların hiç eksik olmayan koruyucuların suçuydu, bu imparatorluk kalan yıkık taşların altında ezilen toplumun daha da ezilmesine atmosfer hazırlayan ve Osmanlının hazinesini kemiren kukla oynatıcılarının, baskıcı rejiminin ve bu şahsiyetleri savunan dogmatik düşüncenin yılmaz koruyucularının suçuydu. Ve sonunda zaman doldu şafak söküyordu, Müfit Bey elini sandalyeye koydu. Tam o sırada kapıdan Vefik Bey ve diğer milliyetçi arkadaşları girdi ve salondaki herkesi vurdular artık sadece Ekrem kalmıştı. Konuşmak istedi ama olmuyordu, tekrar denedi bir kez daha, ama çabaları boşunaydı. Ne düğümlenen boğazını açabiliyordu, ne de o kahrolası ağzından çıkacak kelimeleri dimağında bir yere sığdıra biliyordu. Sadece o suçsuz, günahsız ve bir o kadar saf olan ailesinin hiçbir suçları olmamalarına rağmen öldürülen bedenlere bakıyordu. Şimdi bir seçim yapması gerekiyordu. Ya bu acıya dayanamayıp bir korkak gibi kendini öldürecek yada bu alçak düzeni düzeltecekti, başaramasa bile bu uğurda ölecek kendince intikamını alacaktı. Ama o bunu yapamazdı, alçakça ölmeyi seçti… Ona düz engelsiz bir yol verilmişti. O ise bu yolda yürümek yerine o yola engel olmayı seçmişti. O sadece kendine değil kendini koruyanlara da ihanet etmişti. O nacizane bir hayatı kendi elleriyle kirletmişti…





                                             Recep Akkaya

21 Aralık 2022 Çarşamba

Yuvarlanan Kız

 


Tik. Tak. Tik. Tak.


Gözleri buz mavisi duvara çakılı saatin ibresiyle kapı arasında mekik dokuyor; bir yandan da bacağını hışımla, sanki vücudunda birikmiş tüm sinirleri atarmışçasına sallıyordu. Göğüsüne oturan yumru onu boğuyor, sanki oracıkta son nefesini verecekmiş gibi hissediyordu.


Tik. Tak. Tik. Tak.


Sanki o mavi duvarlar üstüne geliyordu, o duvarların bile maviye boyanmasının bir sebebi varken onun varlığının hiçbir anlamının olmaması yüreğini burkuyordu. Mavi renk huzur verirdi, insanın ruhunu dindirirdi. Söyleyin o zaman; neden bu kadar canını yakardı mavi rengi?


Tik. Tak. Tik. Tak.


“Beş dakika, sadece beş dakika ve kurtulacaksın.” diye iç geçirdi içinde çalkalanan hiddetli dalgaları yatıştırmayı denerken. Kendini kandırıyordu; nasıl olsa her gün yine aynı saatte, yine aynı yerde, aynı halde bulacaktı kendini bu döngünün daha ne kadar süreceğini bilmeksizin. Hayatı tıpkı bir hamam böceğininki kadar monotondu; hayatta kalmak, temel ihtiyaçlarını gidermek dışında bir gayesi yoktu.


Her şey nerede ters gitmişti? Sürekli kafasını kurcalardı bu soru. Sonra geçiştirirdi bu düşüncelerini. “Olan oldu. Geçmişi kurcalamanın bir mantığı yok.” der, önüne verilen işi tamamlamaya koyulurdu. Dertlerini eşelemekten huzursuzluk duyardı oldu olası.


Tik. Tak. Tik ve tak. Derin bir nefes alıp iç çekti. Vakit gelmişti, oturduğu konforsuz sandalyesinde doğruldu, ağır ağır eşyalarını toparlamaya başladı. Ofisin yine mavi duvarlarına sabitlenmiş portmantodan yünlü montunu alıp odadan dışarı attı kendini. Merdivenlere yöneldi, cilalanmış tahta trabzanları kavrayarak basamaklardan birer birer inmeye başladı. Alt kata inince çıkış kapısının yolunu tuttu. Binanın alt katı ona her zaman daha samimi gelirdi, belki ona çıkışı anımsattığı için, belki duvarları mavi rengi olmadığı için. Sonra merak ederdi; acaba alt katta çalışsaydı üst kat mı gözüne cazip gelirdi? Bu sefer beyaz duvarların ruhsuz, boş hissettirdiğini mi düşünürdü? Ne de olsa insanoğlunun doğasındaydı bu, asla sahip olduğunla mutlu olmamak ve neye sahip değilsen ona imrenmek.


Dışarıya çıktı, hava soğuktu ancak havada asılı nem soğuğu biraz da olsun yumuşatıyordu. Her akşam olduğu gibi 6 numaralı otobüse binip bir başına yaşamını sürdürdüğü apartmana gidecekti. 6 numaralı otobüs her zaman tıka basa dolu olurdu; herkesin nefesi birbirine karışır, oturmaya yeri bırakın, tutunmak için yer kalmazdı. Dakikalar geçtikçe nefes almak zorlaşır, bir sıcaklık kaplardı tüm aracı. Kalabalık olmasına rağmen çok ölü hissettiyordu otobüs, her gün eğri çehreli insanlar doluşur; tek mimik, tek kelime etmeden duraklarda inerlerdi.


Otobüs durağında beklemeye başladı, otobüs hep iş çıkış saatinden beş dakika sonra gelirdi. Durakta kimse olmamasına rağmen oturmadı metal banka, yavaş yavaş içine işleyen soğukla doğrudan temas etmek istemedi, altı üstü beş dakika dikilecekti ayakta zaten. Vakit öldürmek için ayağıyla ritim tutturmaya başladı. Ritme kapılıp gitmişken beş dakikanın çoktan geçtiğini fark etti, aldırmadı. Sonra bir beş dakika ve bir beş dakika daha… Bir terslik olduğunu düşündü, herhalde arıza yaptı araç diyerek 6 numaralı otobüse binme umudunu yitirdi. Yaşadığı çevreye yakın olan 13 numaralı otobüs aklına geldi, ona binme kararı aldı.


Apartmanına 13 numaralı otobüsle vardı. Dairesinin kapısının önünde durdu; elini çantasına daldırdı, anahtarını aramaya başlamasıyla apartmanın otomatik ışıkları söndü. Işıkların geri yanmasını sağlamak için kollarını havaya kaldırdı, bir sağa bir sola salladı. Işık, küçük figürüyle karanlıkta çırpınan kızı algılayamadı. Bu sefer zıpladı ışığın algılamasını umarak. Bu çabası da başarısız olacak ki içinde fırtınalar koptuğunu hissetti. Normalde sinirlenilecek bir şey değildi belki, ancak yorgun vücudu en küçük olumsuzluğa tahammül edemeyecek vaziyetteydi.


“Neden görmüyorsun beni?” diye yankılandı tüm sesi apartmanda, ne yaptığının bilincine varınca kulakları ve suratı kırmızıya büründü. Komşularının duymadığını umarak anahtarlarını aramaya geri koyuldu. Elini çantasına geri daldırdı, çantasına nazaran soğuk kalan anahtarları eline iliştiği gibi kapının deliğine yerleştirip kilidi açtı.


Evi her zamanki gibi aynıydı, her içeri adımladığı zaman evin havasızlığı onu boğardı, bu yüzden camları geldiği gibi açmak onun günlük rutininin bir parçasıydı. Loş ışıklarla aydınlatılmış koridorun hemen sol tarafında kalan mutfağa girdi. Mutfak pek büyük değildi fakat işini görüyordu. Uzun saatler işte geçirdiğinden evde vakit geçiremezdi zaten. Kendine vakit ayıramıyordu, ayıramıyorsa iyi maaşlı bir işte çalışmanın mantığı asla kafasına yatmıyordu ancak buna karşı gelecek bir şey de yapmıyordu. Var olan düzenini bozmak, sisteme ayak uydurmamak, işleri kitabına göre yapmamak ona korkutucu gelirdi.


Camın kulbundan tuttu, yukarı doğru kaldırırken arkasında bir nefes hissetti. Araba görmüş bir ceylan gibi irkilerek arkasına döndü.


“Sakin ol, benim.” siyahlar içine bürünmüş çocuğun yumuşak sesini duyunca rahatladı. “Neden arkamdan öylece geliyorsun, ödüm patladı.” Çocuk cevap vermedi, sadece yüzüne bir tebessüm yayıldı. Nadiren gülümserdi ancak pek de yakışırdı ona. Uzun kirpikli gözleri kısılır, dudaklarının yukarıya kıvrılmasıyla gamzeleri ortaya çıkardı. Belki de gülümsemesini yakalamak zorlaştıkça o kadar güzelleşiyordu. Genellikle yorgun gözleri, durgun mimikleriyle hatırlardı onu.


“Nasılsın bugün? Her zamankinden fazla yorgun gözüküyorsun.” Kız başını öne eğdi, kendisinin ne kadar bitkin olduğunun bilincinde olsa da başkasının fark etmesi yüreğini burkmuştu. Kırık bardaktan su içiyordu aylardır. Hayır, hatta kırık bardağın parçaları boğazını parçalıyor, artık kendi kanını içiyordu. “Öyleyim.” diye mırıldandı usulca. Gözlerinin dolduğunu hissetti, şimdi göz yaşlarını tutmak için cebelleşiyordu.


“Artık yuvarlanmaktan yorulmadın mı?” diye soru yöneltti çocuk ona. “Yuvarlandıkça sadece kendine zarar veriyor, yaralanıyorsun.” Kız başını iki yana onaylarcasına salladı. O sırada gözlerinden birer damla yaş geldi, sıcaklığı tenini okşuyordu.


“Evet, belki de yuvarlanmayı durdurmanın vakti geldi


                                                          Dilşat Gümüş 10-A


Bisiklet

 

 Sıcak bir aralık günü her zamanki gibi yine erkenden kalktı Küçük Salih. Hızlıca mutfağa ilerledi ve biraz atıştırıp hemen odasına doğru koştu. Paçası yırtık, renkleri hafif solan mavi kotunu ve eski bir kazağı üstüne geçirdi. Babası daha uyanmamıştı gece geç saatlere kadar çalışmıştı çünkü. Yanından geçerken alnına sıcak bir öpücük kondurup hemen evden çıktı. O diğer çocuklar gibi okula gitmiyordu. Çok istiyordu ama babasına destek olması gerekiyordu.

 Annesine dair hatırlayabildiği şeyler çok azdı. Salih daha çok küçükken melek olmuştu annesi. Daha yaşanabilecek çok güzel günleri vardı aslında ama kaderin planları aynı şekilde değildi ne yazık ki. Annesi ona hep hayallerinin peşinden koş derdi. Fakat o sürmek istiyordu. Hayallerinin peşinden sürmek… Bisiklet istiyordu Küçük Salih. Hep istemişti. Ama maddi durumları buna hiç izin vermemişti. Salih yinede mutlu olabiliyordu. Bir tamircide çırak olarak çalışıp tamirciye gelen mutlu çocukların rengarenk bisikletlerini tamir ediyordu her gün.

 Koşarak tamirciye geldi Salih. İçeriden gür bir ses yükseldi. “İki dakika geç kaldın.” Bu Huysuz Mahmut Amca’nın sesiydi. Mahmut Amca’nın aslında çok temiz kalpli biri olduğunu düşünürdü hep ama o yumuşak temiz kalpli yönünü şu ana kadar görebilen daha olmamıştı. Çok katı kuralları vardı ve Salih haftalık sadece üç kuruş kazanabiliyordu. Bir bisiklet alabilmek için aylarca belki yıllarca çalışması gerekiyordu çünkü kazandığı tüm parayı zaten babasına veriyordu.

 Akşama doğru gece mavisi bisikletiyle Çınar çıkageldi. Çınar kasabanın saygıdeğer ailelerinden birinin en küçük çocuğuydu. Çınar lastiği göstererek Salih’e yaklaştı. Salih bisikleti inceleyip Çınar’a lastiğe giren çiviyi gösterdi. Salih bu lastiğin ellerinde olmadığını, bisikletini yarın gelip alabileceğini söyledikten sonra Çınar el sallayıp oradan uzaklaştı.

 Ertesi gün bisikletin lastiğini değiştirdikten sonra hayallerinin bisikleti karşısında dururken kendisine engel olamadı Salih. Mahalleyi şöyle bir turlayıp geri gelsem ne olabilir ki diye düşündü. Bisiklete bindiğinde gelen o mutluluk paha biçilemezdi. Tenini okşayan, dağınık saçlarını uçuşturan tatlı rüzgarla birlikte kendisini hiç olmadığı kadar mutlu hissetti ta ki o ana kadar. Biraz ilerledikten sonra yerde kanlar içinde yatan bir kedi gördü. Muhtemelen bir araba ezmişti zavallı kediciği. Hemen bisikleti yere atıp kediye doğru koştu. Kedinin hala yaşadığını fark ederek hızlı ama nazik hareketlerle bisikletin selesine yerleştirip veterinere doğru süratle sürerken Çınar ile karşılaştı. Çınar kendisinin bisikletine ondan izinsiz bir çırağın binmesine çok sinirlendi ve bisikletin önüne atlayıverdi. Salih ani hareketlerle hemen Çınar’dan kaçıp veterinere doğru sürmeye devam etti. Sinirden köpüren Çınar Mahmut Amca’ya olanları anlatıp onu işten kovdurtmak istedi. Hemen içeri geçip olanları anlattı. O sırada Salih veterinere gelmişti bile. Salih hemen kediyi veterinere teslim etti ve başında beklemeye başladı. Bir iki saat sonra ameliyattan çıkan veteriner kedinin durumunun iyi olduğunu, 2 gün orada gözetim altında kaldıktan sonra gelip alınabileceğini söyledi. O andaki sevinçle oradan çıkan Salih bisikletin onda olduğunu fark edince Çınar’ın aklından çıkmayan o yüz ifadesi gözlerinin önüne geldi. Salih hemen tamirciye geldi. Çınar ve Mahmut Amca hiç de mutlu görünmeyen surat ifadeleriyle ona bakıyorlardı. Mahmut Amca bisikleti Çınar’a teslim edip oradan ayrılmasını sağlarken bir an bile sinirli bakışlarını Salih’in üstünden ayırmıyordu. Çınar gittikten sonra her şeyi baştan sona anlattı Salih. Mahmut Amca iyice dinledikten sonra hiçbir şey demeden içeri doğru girdi ve elinde paslanmış, eski bir bisikletle çıkageldi. Anlam veremeyen Salih Mahmut Amca’ya şaşkın gözlerle bakarken “Al bu da senin yeni işin olsun, bu benim eski bisikletimdi, sürebilecek yaşı çoktan geçtim bir iki sıkıntısı var onları halledersen yeni gibi olur senin de yeni bir bisikletin olur ne dersin?” dedi. Huysuz, soğukkanlı Mahmut Amca’nın içinde bir yerlerde yumuşak biri yattığını biliyordu ama bunu ilk defa görme şansı olabilmişti. Salih mutluluktan ağlamaya başlayarak Mahmut Amca’ya sıkıca sarıldıktan sonra Mahmut Amca’nın gözünden süzülen bir gözyaşı, dudağının kenarında ufak bir tebessüm gördü. Artık ondan mutlu bir insan yoktu. Hemen bisikleti alıp her türlü bakımını yapmaya başladı. Bu onun bisikleti olacaktı. Küçüklüğünden beri en büyük hayali gerçek oluyordu.

Salih, Aradan geçen bir iki gün sonunda siyaha boyanmış parıl parıl parlayan yeni bisikletiyle birlikte veterinerin önünde buldu kendisini. Kedinin neredeyse hiçbir şeyi kalmamıştı. Ama kediye bakabilecek maddi gücü de olmadığı için artık ailesinden biriymiş gibi sevdiği Mahmut Amca’nın yanına geldi. Mahmut Amca kediyi gördüğü anda kucağına alıp sevmeye başladı ve Salih’e tek bir şey söyledi. “Ceketimden biraz para al ve kedi maması almaya git




                                                                  Azranur Balkancı 10-A

Yalnızlık Kulesi

 Yalnızlık Kulesi

Oturdum.Seni bekliyorum.On yıl önce aynı yerde aynı vakitte.Sanki gelecekmişçesine.Kafamı gökyüzüne çevirdim."Anne biraz daha dışarıda durayım daha hava kararmadı" diye annemi ikna etme çabalarımı aklıma getirdi gün batımı.Çocukluğumu hatırlattı.Biraz daha baktım.Güneşin kızıllığının yorgunluğunu bir o kadar da yalnızlığını düşündüm.Sanki bir ressamın fırça darbeleriyle ortaya çıkan tuvale bakıyormuşçasına.Seni bekliyorum.Biraz etrafta dolanayım.Yolda geçen amcaya bakıyorum.Ellerinde ekmek,sebze, meyve.Evine götürüyor herhalde.Düşünürken çoktan yoldan geçti.İçime onu takip etme isteği geldi bir anda.Sessizce,ürkütmeden peşinden gitmeye başladım.On beş yirmi metre sonra bir oyuncakçıya girdi.Ben de dışarıda oyalanıyorum.Bekledim biraz.Çıktı dışarı.Ellerinde poşetler artmıştı.Ahşap arabalar,oyuncak bebekler,renkli renkli kutular içinde.Yine seni hatırlattı.Hala takip ediyorum.Issız,yıkık,eski ama yaşanmışlıklar ile dolu bir gecekondu mahallesine girdi yaşlı adam.Yüzünde çiçek açmış bir tebessüm meydana geldi.Sokaklardan çocuklar yamanlanmış giysiler ile adama neşe saçarak koşuyor.Hediyeler almış çocuklara.Hepsine teker teker verdi.Mahalle bir anda hafızamda yerini buldu.Nasıl unuturum?Seni en güzel hatırladığım yeri,onlarca hatırayı.Çocukken annenin ördüğü saçlarını her zaman bozduğunu.Seni bekledim.Galata Kulesi'nde gelemeyeceğini bilerek. Ben sana geleceğim o zaman.Bir taksi tuttum.Söyledim adresi. Seni düşünüyorum yolda keşkelerle. Araba durdu. Geldim. Boyu arşa çıkan selviler,yeşilin içindeki hüzün ,bazısı giren bazısı çıkan insanlar. Kapıyı ittirerek girdim. Etrafta bir sürü mermer taşı. Birkaç çeşme. Sana hediyelerimi veriyorum. Yavaşça yerleştirdim toprağına al kırmızısı gülleri. Her zaman çok severdin...

      

                                                       Zeynep Uysal 10-A


Öne Çıkan Yayın

Okulumuzun Tarihçesi

Bandırma Anadolu Öğretmen Lisesi İlçe Milli Eğitim Milli Eğitim Müdürlüğümüzün talebi, bölge milletvekillerimizin destek ve katkılarıyla, e...