Köy karanlığa bürünmüş, doğanın ve rüzgârın sesi insanın içini titretiyordu. Ömer günlük işlerini halletmiş ağırlık taşımaktan ağrıyan eklemlerini rahatlatmak için iki odalı evinin salonunda sobanın yanında uzanmış çayını yudumluyordu. İçinde ekinleri biçip taşıma işini bitirmenin verdiği huzur bir yandan da rüzgârın, soğuk havanın ve kışın getirdiği huzursuzluk durmadan savaşıyordu. Bu sene kış erken gelmişti ve öncekilere göre daha sertti. Ömer babasından kalan tek geçim kaynağı küçük toprağında kış için buğday ekmişti tek başına zor olmuştu belki ama kimsesi yoktu. Aniden bastıran soğuk havaların korkusuyla üç günde biçip evin küçük ahırına taşımıştı onlarca çuval buğdayı. Şimdi zifiri karanlık ahırda cılız, boz renkli yoldaşı Kadife yatıyordu. Bahçede de arada bir havlayan iri çoban köpeği Karabaş’tan başka kimse yoktu etrafta. Göz kapakları şimdiden ağırlaşmaya başlamıştı, çay bardağını eski çinko demliğinin yanına koydu, sobadaki ateşi söndürdü ve yorgun ayaklarını yere sürte sürte yatağına yürüdü. Yatağa girdiğinde zihni çoktan uyumuştu sadece gözleri açıktı…
Şiddetli bir gök gürültüsü sesiyle uyandı ve hemen doğruldu yatağından Ömer. Cama doğru uzandı bardaktan boşanırcasına yağmuru görünce hayal kırıklığıyla yatağa gerisin geri bıraktı kendini. Gitmesem mi diye düşündü bir an ama gitmesi gerekiyordu. Bugün gitmezse bir hafta belki de on gün sonra gidebilecekti değirmene. Değirmencinin ne zaman geleceği belli olmuyordu. Fırladı yataktan, duvara çakılı demir askılıktan yün kazağını ve yer yer sökülmüş, yırtılmış eski kumaş pantolonunu giydi. Son olarak naylon yağmurluğunu geçirdi üzerine ve evden çıktı ayağında uzun çamurlu çizmeleriyle. Köpeği karabaş sırılsıklam bir şekilde havlayarak sahibini takip etti ve ahıra girdiler. Küçük tahta eşek arabasını eşeğine bağladı Ömer. Durmadan yağmur suları sızıyordu ahırın çatlak ve delinmiş çatısından bir huzursuzluk vardı eşeğin içinde Ömer de huzursuzdu belki ama başka çaresi yoktu. Bir saat kadar çalıştıktan sonra yüklemişti çuvalları arabaya. Ahırın diğer ucuna gitti, naylon muşambayı aldı ve çuvalların üzerine örttü. Kasketini iyice alnına eğip atladı arabaya, eşek önde köpek arkada çıktılar ahırdan.
Yağmur az da olsa dinmişti, köyün eğimli yollarında sular akıyordu. Dışarda hayvanlarını sağmaya çıkan kadınlardan ve odun toplamaya çıkan birkaç ihtiyardan başka kimse yoktu. Sahi odunları da bitmek üzereydi Ömer’in. Köyden çıkıp çamurlu patikaya girdiklerinde eşeği daha en başından tökezlemeye başladı. Ömer elindeki uzun kırbacı birkaç kez hırsla indirdi hayvanın üzerine. Yağmurlu havada ondan başka hiçbir canlı yoktu koca tepelerin arasında. Başını çevirip kontrol etti çuvalları, yerleştirdiği gibi görünce soğuktan çatlamış dudaklarında hafif bir tebessümle dönüp yola kilitlendi. Yarım saat geçti iyice yaklaşmıştı köyü ve değirmeni ayıran dereye. Keyifle köpeğine döndü ve yüksek sesle ‘’ Gördün mü bre Karabaş tek başımıza üçüncü kışımıza da girdik’’ dedi. Dereyi geçmeye yarayan tek ahşap köprünün yanına varınca yavaşlayıp atladı arabadan. Soğuktan sertleşmiş ellerini ağzına yaklaştırıp birkaç kez hohladı, köprüye doğru yürüdü dimdik. Yağmur tamamen dinmişti ama ıslanmamış hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Dar köprünün yanına gelince kaşları çatıldı ve endişeyle bir dereye bir köprüye baktı. O köprüden geçmek zorundaydı ama dün geceki fırtına da köprünün altı ayağından ikisi kudurmuş derenin sularına dayanamayıp kırılmış öylece sürüklenip gitmişti sularla birlikte. Arabaya geri dönüp atladı ve yavaş yavaş köprüye sürdü arabayı. Daha yarısına gelmemişlerdi ki köprünün kerestelerinden birinin çatırtısıyla eşeğin ön ayaklarının boşluğa düşmesi bir oldu. Köpek bir yandan havlıyor, ayaklarını sıkıştıran hayvancağız diğer yandan anırıyordu. Ömer ne yapacağını bilemedi aşağıdaki sulara baktı önce, sonra dikkatle indi arabadan. Yağmur tekrardan çiselemeye başlamıştı. Arabayı yüklü bir şekilde karşıya geçiremeyeceğini anladı. Ağzında anlamını kendisinin bile bilmediği küçükken babasından duyduğu birkaç duayla olabildiğince hızlı ama dikkatli bir şekilde buğdayları indirdi ve köprünün başına yığdı hepsini. Üzerini de güzelce örttükten sonra gelip arabayı eşeğinden çözdü.
Eşek önce biraz çırpınmış sonra arka ayaklarını da kırıp hareketsiz bırakmıştı kendini. Karabaş Ömer’in etrafında kuyruğunu sallaya sallaya geziyordu, köprü yeniden sallanmaya başlamıştı. Eşek ayaklarını kurtarır kurtarmaz hızla ileri atıldı, bunun sarsıntısına dayanamayan köprü büyük bir gürültüyle çatırdayıp çökmeye başladı. Ömer ölüm hissinin verdiği korkuyla kaskatı kesilmiş köprünün korkuluklarına tutunmuş gözleri sımsıkı bir şekilde altında deli gibi akan sularla birleşmeyi bekliyordu. Eşeği çoktan kurtulmuştu, o can pazarından görünmüyordu. Ömer ve köpeği kerestelerin arasından suya düşmüştü. Suya ilk temasında suyun keskin soğukluğunu hissetmişti ama bu çok kısa sürdü. Daha sonrasında çamurlu kahverengi suyun içinde arada bir karartı şeklinde görünen cansız bedeni vardı. Ölüm,fukara ölümü… Daha beş dakika öncesine kadar burada bulun Ömer, şimdi bir bilinmezliğe sürükleniyordu. Rüzgârın ve yağmurun altında naylon muşambalarla üzerleri örtülü çuvallar kim bilir ne zaman orada bulunacaktı. Şimdi koca tepelerin arasında hiçbir işe yaramayan dolu çuvallardı sadece. Kim bilir ne zaman fark edilecekti on dokuz yaşındaki kimsesiz Ömer’in yokluğu…
Özgür Ferat DEMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder