Herkesin uyuduğu ama Sinan’ın kasırga misali düşüncelerinden dolayı uyuyamadığı bir saatti. Ahşap
çalışma masasının üstünde yeni kitabını yazıyordu. Aklına yeni bölüm geldikçe yazıyor, yazdıkça
hırslanıyor , hırslandıkça yüzündeki gülümseme büyüyor ve hayallere dalıyordu. Yazma tutkusu
yazdığı her kelimede çığ gibi büyüyor ; gözleri kendini kanıtlamak isteyen bir çocuk gibi parlıyordu. Bir
paragrafı bitirmişti bile. Paragraflar bittikçe kendini kanıtlamak isteyen çocuğun parıltısının yerini
kendini yüzyılın yazarı sanan bir ego kaplıyordu O ego göğsünü kabartıyor , kalp atışlarını
hızlandırıyordu.
Hayallerini bir telefon bildirimi kesti. “Yoksa… yoksa başvurum kabul oldu mu?”. İnsanoğlunun en
büyük zayıflığı ve en büyük gücü olan umutla açtı telefonu ve baktı bildirime. Bildirimi görür görmez
içindeki umuttan binalar yıkıldı. Gözlerinde erken büyümek zorunda kalan bir çocuğun şaşkınlığı ve
insanlara öfkesi vardı. Bütün göğsü alev aldı. Bütün benliğiyle insanlardan tiksindi. Simsiyah gözleri
yaşla doldu. Sinan’ın kibirli bedeni ağlamaya alışkın değildi. Kendi gözyaşlarıyla boğuldu ama
ağlamadı. Sinan hep güçlü olmalıydı. Ağlarsa hayat denen bu yarışı kaybederdi.Ama Sinan
kaybetmekten nefret ederdi. Tek bir amacı vardı: bu dünyayı kazanmak.
Uykusuz kaldığı gecelerin izlerini taşıyan çalışma masasından kalktı. Kendini tek ait hissettiği yere ,
ruhunun özgür olduğu yere doğru yürüdü. 3 odalı evinin en büyük odasını ruhuna ayırmıştı. Kendi
küçük dünyasına vardı ve hemen bir felsefe kitabı aldı eline. Şuan güçlü kalmalıydı , ağlamamalıydı.
Bu yüzden de evine , kitapların kitaplıktan yere taştığı kütüphanesine geldi. Kitabı onlarca kez
okumamış gibi açtı en sevdiği bölümü. Bu sayfada defalarca okunmanın izleri vardı. Altı çizilmekten
yorulmuş satırlar vardı. Sonunda dudaklarını araladı ve fısıldar gibi okudu.
“ Ben kimim? Hayata geliş amacım ne? Bunlar kendini anlamlı sanan egoist insanların ortaya attığı
sorular . Hiç bir şeyin anlamı yok. Yaşamanın da ölmenin de. İnsan anlamsız olduğunu kabullense
mutlu olur belki ama içindeki o kocaman ego ona şöyle fısıldıyor” Sen özelsin. Herkesten farklısın. En
üstün tür sensin. Tabiki de anlamlısın!” İnsan mutluluğu bir kenara itiyor , anlamsız ve kısa hayatını
anlam arayışında kaybediyor. Diyelim ki insan egosuna karşı galip geldi ve anlamsız ama mutlu bir
varlık olma yolunu seçti. Bu bizi daha zor bir soruya götürüyor : Anlamsız bir varlığa tam olarak ‘var’
denebilir mi? Şu soruyu şöyle soralım: Tanrı biz olmasaydık da anlamlı olur muydu? Sonsuz gücün
varsa ama senden zayıf başka bir varlık yokda sadece sen varsan özel olabilir misin? Varlığın anlamlı
olabilir mi? Belki Tanrı bizi bu yüzden yarattı. Kendinden zayıf varlıklar yaratmadan güçlü varlık sen
olamazsın. Bu durumda binevi biz de Tanrı’nın tanrısı değil miyiz ? Tanrının anlamlı olmak için bize
ihtiyacı var bizim de var olmamız için Tanrıya ihtiyacımız var. Tanrı ve biz birbirimizi tamamlıyoruz ve
hiç bilmediğimiz kadar birbirimize ihtiyaç duyuyoruz.”
En sevdiği bu paragrafı okuduktan sonra ilk defa okur gibi heyecanlandı. Tanrının ona ihtiyaç
duyması fikri gururunu okşamıştı. Gerçekliğe döndüğü an yarın gitmesi gereken bir işi olduğu aklına
geldi ve ruhunu küçük kütüphanesinde bırakarak bedenini yatağına götürdü. Kendini tanrı sanan bu
adamın yarın insanlara getir götür yapabilmek için iyi bir uykuya ihtiyacı vardı.
Sinan edebiyat fakültesi mezunuydu. Memur olan anne ve babanın tek oğluydu. Türkiye’nin en iyi
üniversitelerinden birinde edebiyat okumuştu. Hâlâ okumaktan büyük bir haz alıyordu. İçinde bitmek
bilmez bir okuma ve yazma ateşi vardı. Nitekim yazdığı hiçbir hikaye ya da roman beğenilmemişti.Gözleri kan çanağına dönene dek hırsla ve istikrarla çalışan bu adam başarısız olmuştu. Hayır! Bunu
kabullenmezdi. Bu yüzden her gün yazmaya devam etti. Ya başaracaktı ya da kendini öldürecekti.
Zaten utancından dolayı annesinin babasının yüzüne bakamamış ve utancından merdiven altı bir
kafede garsonluk işine girmişti. Bir tanrı için ne kadar da küçük düşürücüydü! Sinan tanrı olmaya
çalışan biriydi. Amacı için karanlık yola attığı her adımda amacına yaklaştığını sanıyordu ama
karanlığın sonunda onu ışık beklemiyordu. Gitgide kendi ölümüne doğru yürüyordu. Attığı her adım
onun ruhunu daha kederli daha umutsuz yapıyordu. Sinan’ın yanlışı buydu. Neden biliyor musun?
Sinan geri geri yürüyordu. Geçmişten kopamayan bir zavallı gibi geçmişin tanıdık kucağına doğru
koşuyordu adeta. Yaşamak için geçmişi bırakıp ileriye doğru adım atmalıydı. Geçmişten kaçamayan
her zavallının sonu ölümdü çünkü.
Sinan çalan alarmını onu hayal dünyasından uyandırdığı için sinirle kapattı. Dünkü yazdığı kitaptan
dolayı dağınık olan masası Sinan’a “Hâlâ mı başaramadın , seni zavallı!”der gibi bakıyordu. İşe gitmek
için keten gömleğini giydi. Siyah keten gömleğini dikkatlice ütüledi. Koluna üzerinde altın detayları
olan ve ona kendini güçlü hissettiren saatini taktı. Sinandan başka garsonluk için bu kadar resmi
giyinen kimse yoktu. Tabikide olmayacaktı! Sinan özeldi değil mi? Takıntılı karakteri hayatının her
alanına yansımıştı. Her şey dört dörtlük ve mükemmel olsun diye uğraşırdı hep. Bu yüzden kendi
aynasının karşısına geçti. Bir süre kalbi gibi simsiyah olan gözlerinden aynadan kendine baktı.
Aynadaki egolu bu adama kitlendi ve “Ya başaracağım ya öleceğim “ diye fısıldadı. Aynadaki kişi
anlamıştı. Sinan yakında ölecekti.
Sinan ölüme çok yakın olduğundan habersiz bir şekilde dördüncüye okuduğu “Suç ve Ceza” ‘ yı aldı
yanına. Sinan tam bir Dostoyevski insanıydı. Sinan’a göre onu sadece Dostoyevski anlayabilirdi.
Dostoyevski Sinan’ın idolü, tanrısı kısacası her şeyiydi. Kendini Dostoyevski sözleriyle avuturdu. En
sevdiği sözüyse şuydu: “İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.” Bu söz ona
ünlü bir yazar olma hevesini kamçılatıyordu. Hevesli ruhu daha da heveslenerek yazma hayallerine
dalıyor ve bir süre orda kalıyordu.
Gerçekliğe döndüğü an hızlıca kabanını giydi ve geç kaldığını anlayınca koşar adımlarla dolmuşa bindi.
Gerçekliğe çok sert bir şekilde giriş yapmıştı. Bu geçişten memnun olmadı ve gerçeklikten kaçmak için
kitabını çantasından çıkardı. Kitabın kapağını ilk günkü heyecanla açtı ve yol boyunca kitabını okudu.
İşyerine gelmişti. Hızlıca önlüğünü giydi ve etrafı temizlemeye başladı.
İçeriye Kerem girdi. Sinanla selamlaştılar.
“Kerem, ben etrafı temizlerken sen de dünden kalan bulaşıkları yıka.” Başıyla onayladı ve Kerem de
işe koyuldu.
Kerem sinanla aynı işyerinde çalışıyordu. Kerem de Sinan gibi edebiyat fakültesi mezunuydu. O da
işsiz kalmıştı. Keremin de yazmada yeteneği yoktu. O da okumaya bayılırdı. Pek çok ortak yönleri olsa
da onları birbirinden ayıran çok önemli bir nokta var : Kerem mutluydu. Evet , Kerem de başarısız
olmuştu. İyi bir üniversiteden mezun olmasına rağmen iş bulamamıştı. Kitapları o kadar kötüydü ki
hiç bir yayınevi kitaplarını basmak istemedi ama Kerem mutluydu işte.Nasıl? Sinanla Kerem bu kadar benzer hayatlar yaşamışken nasıl biri mutlu biri mutsuz olabilir? Cevap
çok basit: Kerem anlam arayışında değildi. Kabullenmişti ve geleceğine bakmıştı. Sinan ise asla
kabullenemedi ve hep geçmişte takılı kaldı.
Aralarındaki en önemli farklardan biri de ikisinin yansıttığı yazarlardı. Sinan ne kadar Dostoyevski
insanıysa Kerem de bir o kadar Oğuz Atay insanıydı.
Evet , Oğuz Atay’ın oldukça depresif bir yapısı var ama Kerem mutsuzluğu da kabullenmişti.
Kabullendiği için mutluydu. Kereme göre mutluluğun formülü kabullenmek , Sinan göre özel biri
olmaktı.
Birbirine bu kadar çok benzeyen ama zıt olan bu iki insan işlerini hızlıca bitirdi. Hâlâ kafenin
açılmasına yarım saat daha vardı. İkisi de kitaplarını çıkarıp okumaya koyuldu. Sinan bir köşede “Suç
ve Ceza” , Kerem ise bir köşede “Tutunamayanlar” ‘ ı okuyordu.
Sinan kereme baktı ve keremin yüzünü inceledi. Keremin yüzünde büyük bir kabullenmiş insan
gülümsemesi vardı. Gözlerinden umut ve hayat fışkırıyordu. Kitabını okurken büyük bir haz alıyor ve
gelecek hakkında hayaller kuruyordu. Sinan bir anda Keremi öldürmek istedi. İçinden onu o kadar
kıskandı ki. “Neden… Neden mutlu olamıyorum. Ben neden böyleyim. Kerem her şeye rağmen
mutluluğu bulmuş ben ne zaman bulacağım?”
Bir anda Sinan farkına vardı. Bu farkındalık ona o kadar ağır gelmişti ki. Derin derin nefes almaya
başladı. Kalbi hızlandı. Zihninden bu soru geçip duruyordu. Şimşek gibi her bir norönunda aynı
düşünce dolanıyordu.
“Önemli olan mutlu mu olmak mı olmak yoksa mutsuz ama özel biri mi olmak? “
Cevabı artık biliyordu ama her şey için çok geçti. Yaşamak için çok geçti. Mutlu olmak için çok geçti…
Kerem bir anda koşar adımlarla Sinan’ın yanına geldi. “ Sinan iyi misin? Deminden beri derin derin
nefes alıyorsun. Hastaneye gitmelisin.”.
Sinan’ın aklına o an bir düşünce geldi. Keremden o kadar nefret ediyordu ki ölürken ondan intikam
almalıydı. Bu kadar mutlu olduğu için kerem den intikam almalıydı.
“Kerem , bana ağrı kesicini verir misin? Başım ağrıyor da hastaneye gidene kadar en azından ağrım
geçer.”
“Tabii ki hemen getiriyorum.” Ilaçlar keremin ölüm fermanı olacaktı ama Kerem bunu henüz
bilmiyordu. Mutlu olduğu için cezalandırılacagını bilmiyordu.
Sinan hemen Kerem’den ilaçları aldı ve eve gitti. Hayatın da ilk defa mutluydu. Sonunda özgür
olabilecekti.
Eve geldi. Ahşap masasındaki kitabıyla ilgili şeyleri hırsla yere savurdu. Bir kalem çıkardı ve yazmaya
başladı.
“Ben Sinan Altay. Kerem Derenoglu tarafından kendimi öldürmem için emir aldım. Kerem bana olan
kıskançlığından beni öldürmek istediğini ama hapse girmek istemediği için intihar süsü vermemiistedi. Beni ailemle tehdit etti. Bu yüzden Kerem Derenoglu nun verdiği bu ilaçları içerek kendimi
öldüreceğim. İsteğim adaletin yerini bulması ve ölümümün boşuna olmaması.”
Kerem yüzünde belli belirsiz bir tebessümle mektubu masasına bıraktı. Ahşap masasına baktı. Artık
ağlıyordu. Yıllar sonra ilk kez ağlıyordu. Kendi küçük dünyası olan kitaplığına baktı. Kitapları da
anlamıştı Kerem’in gideceğini. Sessizce vedalaştlar.
Kerem’in gözlerinden sel olur gibi gözyaşları akıyordu. Sanki günahlarımı yıkamak istercesine daha da
ağlıyordu. Günahlarından arındırılmış bir şekilde ölmek için kendini gözyaşlarıyla yıkıyordu bedenini.
Yatağına uzandı ve ilaçların hepsini içti. Bir anda bütün ilaçları içince gözyaşları içinde olan bedeni
buna dayanamadı. Sinan öleceğini anlamıştı
Sinan bir anda boğulur gibi çırpınmaya başladı. Bu ilkel bir yaşama iç güdüsüydü.
Renkler ve parlak ışıklar onu kuşatmış , yıkıyor ;onun üstünde geziniyordu. O da ne? Deniz fenerine
benzer bir şey görüyordu. Deniz fenerine benziyordu ama beyninin içindeki bir fenerdi bu, çakıp
sönen beyaz parlak bir ışıktı. Sonra bir anda karanlığa düştü. Karanlıktaydı artık. Bunu fark ettiği anda
da farkındalığı sona erdi.
Sinan’in ölümü tüm Türkiye’de yankı uyandırdı. Herkes Kerem’e nefret sözleri yağdırıyor. Zavallı
Kerem ise ilacın üzerinde parmak izleri kaldığı için hapiste yatıyordu. Neden yattığını bile bilmiyordu.
Sinan o gün iki kişi öldürdü. Sinan bir katildı. Ama halkın gözünde değeri bilinmeyen bir yazardı. Sinan
öldükten sonra kitaplarını annesi ve babası bastırdı. Bir anda kitapları rağbet görmeye başladı. Herkes
Sinan’ın ne kadar değeri bilinmeyen bir yazar olduğundan bahsedip duruyordu.
Sinan istediğini almıştı ölüydü belki ama özel biriydi artık. Sinan’in toprak altındaki çürümüş bedeni
huzur bulabilirdi artık.
Ama tanrının Sinan için başka planları vardı…
Son
Not: İn La Kesh , maya dilinde “Birbirimizin farklı yüzleriyiz.” demektir.
Gökçenur Alkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder