Takvimler 1874 yılının Nisan ayını gösteriyordu. İstanbul kendini yine ilkbahara teslim etmişti. İşte yine, Çerkez çocukları yalın ayak dışarıda koşuşturuyor, kendilerinin top olarak isimlendirdikleri lastikle sarılı bez parçasıyla öğle sıcağında yorgunluktan bayılana kadar top oynamayı ve tabii ki mahallenin en sinirlisi olarak bilinen Şefika teyzeyi kızdırmayı kendilerine vazife olarak görüyorlardı. Öte yandan Gülhane Parkında güvercinleri kovalayan beş yaşındaki Ragıp ve tam bir İstanbul beyefendisi olan babası Abdullah Bey pazar sabahı yine o her zaman oturdukları bankta oturuyorlardı. Anlayacağınız üzere, İstanbul beyaz yorganını üzerinden atmış, yeniden canlanan doğaya adeta merhaba diyordu. Ve işte o, yine her zamanki gibi oldukça nizami giyinmiş olan Ekrem. Henüz 22. yaşına basmış en güzel zamanlarını yaşamakta olan bir kalem memuru pazar günü tatil olduğu için kaleme gitmiyor bugün onun yerine, henüz birkaç gün önce tanışmış olduğu çok güzel ve alımlı bir kız olan Latife ile buluşmaya gittiği elindeki gül buketinden anlaşılıyordu. Ekrem durumu orta halli bir ailenin çocuğuydu. Babası Müfit Bey annesi Zeliha Hanım ve kendinden iki yaş küçük olan kız kardeşi Feride ile birlikte Eminönü yakınlarında iki katlı şirin mi şirin bir evde yaşıyorlardı. Müfit bey boyundan bosundan, katı üslubundan ve üstünden hiç çıkarmadığı formasından da anlaşılacağı üzere bir inzibattı, annesi Zeliha Hanım ise çocuklarına çok düşkün bir anne aynı zamanda eve katkıda bulunma ya çalışan birisi olduğu için boş zamanlarında oya yapardı. Kız kardeşi Feride ise çok güzel bir kızdı, o ailesinin gözbebeğiydi.
Ekrem, Latife ile birkaç gün önce arkadaşları aracılığıyla tanışmıştı. Ve o günden beri de aklından çıkmıyordu. Ekrem bugün yine onla buluşmuştu. Eminönü‘nden bir kayıkla karşıya geçmişlerdi. Rüzgâr hafif hafif esiyordu, deniz dalgasız, gökyüzü kendini beyaz bulutlara teslim etmişti. Her şey çok güzeldi taki Latife bir anda hastalanıncaya kadar, bu yüzden kayık turu yarıda kesilmiş ve Ekrem Latife’yi evine kadar bırakmıştı. O gün bir daha görüşmediler. Ekrem eve döndüğünde mutsuzdu, nedendir bilinmez içine bir karamsarlık çökmüştü. Annesi Zeliha Hanım o akşam Ekrem’in en sevdiği yemeği yapmış olmasına rağmen Ekrem yemeğe oturmadan odasına çıkmış ve Fransızca dersine hazırlanmaya başlamıştı. Ekrem aynı zamanda Fransızca dersi de alıyordu, bunun temel nedeni ise; Ekrem bir Reis-ül Küttap olmasıydı. Bu yüzden Ekrem’in Fransızca bilmesi gerekiyordu. (Reis-ül Küttap bugünkü dışişleri Bakanlığında çalışan memurlarla aynı iş yapardı.) Ekrem Fransızca dersi için hazırlanıp Fransız öğretmeni Bay Clay’in evine doğru çoktan yola çıkmıştı. Bay Clay Fransız kökenli olup on yılı aşkın zamandır Beyoğlu ‘nda oturuyordu. Kendisi geçimini Fransızca dersleri vererek sağlıyor, boş zamanlarında ise Fransa’dan kaçak olarak getirttiği dergileri arkadaşları ile tartışıyordu. Bu dergiler genellikle milliyetçi fikirler içeriyordu. Bay Clay sert bir Fransız milliyetçisiydi. Ve bu fikirleri ders verdiği Osmanlı gençlerine de aşılamayı istiyordu. Hatta Ekrem’i tanıdığımdan beri Ekrem ile sürekli bu konuları konuşuyor. Fransa’nın ihtilalden önceki ve sonraki halini mukayese etmeyi unutmuyordu. Ekrem Bay Clay’in bu tür konuşmalarını önemsiyor ve kendisi bir Osmanlı genci olduğu için bu düşüncelerin devletine büyük fayda sağlayacağı konusundaki düşünceleri oldukça kuvvetleniyordu ve Fransızca bilmesinin de faydasıyla Bay Clay’in Fransa’dan getirdiği dergileri Osmanlı mecmualarında Süleyman rumuzuyla yayınlamaya başlamıştı. Tabii ki bu yazıları tek başına yayımlamıyordu. Zamanın önemli gruplarından birine katılmış ve yazdığı yazılar sayesinde kısa sürede hatrı sayılır biri haline gelmişti. Fakat savunduğu görüşler ve yaptığı icraatlarden dolayı devletçe pek hoş karşılanmıyordu. Bu yüzden halk arasında bu konuların konuşulması yasaktı. Eğer konuşulduğu işitilir ise Osmanlı inzibatları gelir ve milliyetçileri yaka paça zindanlara atarlardı. Çok büyük icraatlar yapmış olanlar ise Darağacında sallandırılırdı. Milliyetçi Ekrem bir köşede dursun, aynı zamanda Latife’yle de konuşuyordu. Hatta aileler tanışmıştı. Anlayacağınız işler yolunda gidiyordu. Fakat kimse Ekrem ‘in milliyetçi biri olduğunu bilmiyordu. Çünkü Ekrem’e kimseye söylememesi söylenmişti. Aynı zamanda Latife‘nin babası Osmanlı istihbaratında yer alıyordu ki bu Ekrem’i çok korkutuyordu. Babası damadı olacak adamın neler yaptığını öğrenmek için peşine adam takabilir ve durumu öğrenebilirdi. Ekrem ‘in bir karar vermesi lazımdı; ya Latife’yle olan ilişkisini bir son verecek ya da üyesi olduğu gruptan ayrılarak kendi görüşlerini içinde saklayacaktı. Fakat bu iş burada bitmiyordu. Ekrem Latife‘yi gördüğü anda körkütük âşık olmuştu ve dahası aralarında çok şey yaşanmıştı. Düğün hazırlıklarına başlamış olan iki aileyi ayıramaz bundan da önemlisi kendisi Latife’yi bırakamazdı. Fakat milliyetçi arkadaşlarının olduğu gruptan da ayrılamazdı. Çünkü grubun kurucularının koymuş olduğu güvenlik kuralları vardı ki bunlardan bazıları şunlardır; gruptan ayrılmak isteyen üye eğer grup adına büyük bir iş yapmadıysa gruptan ayrılamaz ve gruptan ayrılmak isteyen kişi en az bir yıl boyunca gruba katkıda bulunmalıdır. Fakat Ekrem daha önce hiç büyük bir iş yapmamıştı ayrıca kendisi sadece dokuz aydır görevdeydi. Bu da demek oluyor ki Ekrem en iyi ihtimalle üç ay daha işleri yürütmek zorundaydı. Artık çok daha dikkatli olması lazımdı. Aynı zamanda elini çabuk tutarak bir iş yapması lazımdı ki bu grup denen beladan sıyrılabilsin bunun için yarın sabah olduğunda yönetim üyelerinin yanına gidecek ve üzerlerinde çalıştıkları en yakın zamanda gerçekleştirilecek icraat neyse kabul edecekti. Hemen bir faytona binerek yönetim kurulu başkanı Vefik Bey’in yanına gitti.
İçeri girdi ve lafı uzatmadan konuya girdi. Tam o sırada merdivenlerden görüntüler yükseldi, Vefik Bey inzibatların geldiğini anladı ve zaman kaybetmeden binanın arka kapısından kaçıp gitti. Fakat Ekrem ve yanındaki iki arkadaşı bu konularda tecrübeli olmadıkları için kaçamadılar. Çok geçmeden inzibatlar içeri girdi ama Ekrem Bey de ona kalmıştı. Sadece karşısına bakıyor, duruyor ve ne dediğini bilmediği bir şeyler söylüyordu. İçeri giren inzibatlardan birisi babası Müfit Bey idi. Müfit Bey oğlunu gördüğü anda dona kalmıştı. Odanın içerisinde ölüm Sessizli oluşmuş herkes birbirine bakıp nedenini anlamaya çalışıyordu. Ekrem ‘in kulakları çınlıyor, damarlarındaki kan akışını duyuyor, hızlanan kalp atışlarını ağzında hissediyordu. Tam o anda sessizlik bozuldu. Ve bir çift ayakkabı sesi merdivenlerde yankılanmaya başladı. Yıllardır yağlanmamış olan kapının kolu sanki zincirlerini kırıyormuşçasına gıcırdadı. Ve içeride ikinci bir sessizliğin oluşmasını sağladı. Ama bu sessizlik o kadar uzun sürmedi. İçeri giren Latife ‘ nin babasıydı. Ve sadece “bunu benden gizleyebileceğini mi sandın” dedi ve inzibatlara bir el işareti yapıp gitti. Ekrem hiçbir şey diyememişti, diyemezdi de zaten, Ekrem yakalananların götürüldüğü zindana götürüldü. Yarın Darağacında sallandırılacaktı. O gece sadece duvara baktı ve daldı. Daldıkça düşünüyor, düşündükçe dalıyordu. Düşündüğü tek şey ise ellerinin arasından kayıp giden hayatı idi. Ve o beklenen an geldi. Sabahın ilk ışıkları ile Ekrem ‘i darağacına koydular. Arkasında ise annesi, kız kardeşi ve aralarında en perişan olan müstakbel karısı Latife idi. Hepsi ağlıyordu, altından sandalyeyi çekecek olan ise gözleri yaşlı olan babası Müfit Bey. O koca yürekli bir insan mıydı yoksa oğlunun korku dolu bakışlarına rağmen gözlerine kara perdeyi indirecek olan Azrail’in yeryüzündeki yardımcısı mı? Müfit bey sandalyeyi çekmek için hazırlandı. O da biliyordu ki o an gözünden hiç eksilmeyecek bir daha asla rahat uyuyamayacaktı, fakat ne olursa olsun bu onun suçu değildi, bu Ekrem’in suçu da değildi. Bu özgür düşünce karşıtı olan devletin ve onların hiç eksik olmayan koruyucuların suçuydu, bu imparatorluk kalan yıkık taşların altında ezilen toplumun daha da ezilmesine atmosfer hazırlayan ve Osmanlının hazinesini kemiren kukla oynatıcılarının, baskıcı rejiminin ve bu şahsiyetleri savunan dogmatik düşüncenin yılmaz koruyucularının suçuydu. Ve sonunda zaman doldu şafak söküyordu, Müfit Bey elini sandalyeye koydu. Tam o sırada kapıdan Vefik Bey ve diğer milliyetçi arkadaşları girdi ve salondaki herkesi vurdular artık sadece Ekrem kalmıştı. Konuşmak istedi ama olmuyordu, tekrar denedi bir kez daha, ama çabaları boşunaydı. Ne düğümlenen boğazını açabiliyordu, ne de o kahrolası ağzından çıkacak kelimeleri dimağında bir yere sığdıra biliyordu. Sadece o suçsuz, günahsız ve bir o kadar saf olan ailesinin hiçbir suçları olmamalarına rağmen öldürülen bedenlere bakıyordu. Şimdi bir seçim yapması gerekiyordu. Ya bu acıya dayanamayıp bir korkak gibi kendini öldürecek yada bu alçak düzeni düzeltecekti, başaramasa bile bu uğurda ölecek kendince intikamını alacaktı. Ama o bunu yapamazdı, alçakça ölmeyi seçti… Ona düz engelsiz bir yol verilmişti. O ise bu yolda yürümek yerine o yola engel olmayı seçmişti. O sadece kendine değil kendini koruyanlara da ihanet etmişti. O nacizane bir hayatı kendi elleriyle kirletmişti…
Recep Akkaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder